30 Temmuz 2006 Pazar

İşletim sistemleri


Andrew S. Tanenbaum bilgisayar bilimi profesörüdür. Amsterdam'da çalışmaktadır. Kendisinin, bizim linux, dos, windows, unix(ler) dünyamızın tamamına ve bunların öncesine dair ciddi bilgi birikimi vardır. Bu bilgi birikiminin de tabii ki çok açık gerekçeleri var. Kendisinin de bir işletim sistemi yazmış olması, bugün bildiğimiz derleyicilerin ve işletim sistemlerinin yazarlarının nerede ise hepsini tanıması, hepsi ile ilişkisi olması gibi gerekçelerin yanı sıra adamın mesleği bu.

Biz niye kendisini buraya aldık derseniz; birçok gerçek söylenmedikçe eskiyor, hatta daha kötüsü bazı yalanlar/yanlışlar söylendikçe gerçek sanılıyor. Hani bi adama 40 kere aptal dersek aptal olur ya o hesap. Örnek: Dos'u Gates yazdı yalanı. Aşağıda bağlarını verdiğimiz ve onların içlerinden ulaşılan sayfalarda, konu ile ilgilenen herkesin bilmesinin faydalı olacağını düşündüğümüz bu şekilde düzeltmeler var.

Başka gerekçeler de var, mesela piyasanın kitleyi yönetmek için örgütlü bir şekilde programlar uyguladığı gerçeğinin bizim sektördeki örnekleri, Tanenbaum hocanın ağzından pek bir akıcı okunuyor.

İsteyen, didikler ise açık kaynak, hibrid(karışık) kaynak, kapalı kaynak kodlu yazılımlar dünyasına farklı bakış açıları da yakalayabilir.

Tabi aslında sayfaların ana yazılış sebebi MINIX ve LINUX tartışması, " Linux is Obsolote " konusu. Benim derdim o değil de yazıların satır aralarında hocanın giydirme boyutundaki yorum ve açıklamaları...

Not: Alttaki bağların dili ingilizce ve hepsi hocanın kendi sitesinin altında. Yani sayfalar birbirinin içinde. İsterseniz kendiniz ana sayfadan başlayıp gezebilirsiniz.

Ana Sayfa: http://www.cs.vu.nl/~ast/
Tanenbaum-Torvalds Tartışması: http://www.cs.vu.nl/~ast/reliable-os/
Ken Brown Vakası: http://www.cs.vu.nl/~ast/brown/rebuttal/
Linux'u kim yazdı: http://www.cs.vu.nl/~ast/brown/



29-30 Temmuz


Dün hasta ziyaret ettik, alışveriş yaptık. Oya-Emre Kıbrıstan dönmüşler onlarla görüştük. Feyza Koru Salata denen mekanda yer ayarlamış, terasında oturduk hep beraber. Ortam güzel, Ankara akşamları serince, dolayısı ile bilmeyenlere: yanınızda üstünüze alacak birşeyler hep olsun. Olmazsa da bu tarz mekanlarda şal falan veriyorlar. Ha tabi erkekadam iseniz yemiyo istemek. Menü geniş, aperatifler 10-20, yemekler 15-25, şaraplar 20-35 ytl aralıklarıda. Kalın yani biraz.

Gökhan ağır şeyler yazıyosun diye tenkit etti. Ben de katıldım şimdi bu yoruma, aralara serpiştireyim ağır yazıları, günlük günlüğe benzesin dedim.

Tatile nere gidecem ya.



27 Temmuz 2006 Perşembe

Güç, içinden çıkılabilecek bir paradigma mıdır?



Güçlü olan güçsüzü ezer, güçlü devlet güçsüz devlete istediğini yaptırır, güçsüz olan talepleri yerine getirmezse zaten güçlü olan zor kullanarak istediğini elde eder. Sokakta çete olup yolunuzu keserler, paranızdan bir parça alırlar. Vermezseniz ilk seferinde korkuturlar, ikinci sefer tehdit ederler, sonra da imzası belli olmayacak şekilde arabanıza anahtar ile resim çizerler. Bu fiziksel sonuçları olan bir çeşit psikolojik savaştır. Konu bu değil, konu olan şu ki sokakta para vermemenin yolu sadece, çeteyi sindirecek şekilde dövmek/korkutmak/sıkıştırmak mıdır? Yani zorbalığa zorbalıkla karşılık vermek midir?
Devletlerarası ilişkilere bakarsak soğuk savaş kavramlarını, karşılıklı diplomasi oyunlarını, ziyaret etmeleri ya da etmemeleri, aramaları ya da aramamaları, konuşmaları ya da konuşmamaları, konuşmak zorunda kalmaları, konuşma talebi yapanın altta kalmasını, karşıdakinin elde ettiği kozu randevu vermeyerek kullanmasını, velhasıl bu ve benzeri türlü her çeşit üste çıkma savaşını, hatta bu fiziksel olmayan çekişmelerin hamleleri artık bittiğinde, karşılıklı notaların verilmesini ve sonrasında bildiğimiz anlamda savaşılmasını... güç çekişmesi olarak niteleyebiliriz sanıyorum. Bu uğraşıların nihai amacı, güçlü olanın belirlenmesi ve diğerlerine kabul ettirilmesi olarak düşünebiliriz.
Kafamdaki açmaz şu ki: bu mekanizma bir noktada sonuçlanacak bir çevrim değil gibi. Bu mekanizma döngüsel ya da döngüsel olmasa bile süreklilik arzeden, bitiş noktası olmayan bir mekanizma. Bu güç çekişmesini kabul edersek, yani içinde olursak biz de aynı şeyleri yapmak zorunda kalırız. Biz de didişiriz, üstünlüğümüzü kabul ettirmeye çalışırız. Bunu yapmıyoruz desek bile bu oyunun oyuncakları silahlar olduğu için yapabileceğimiz tek şey tetikleri çekmek olur.
- Çekmemek bir seçenek midir?
- Kesinlikle bir seçenektir fakat bu seçenek pasif direniş olarak adlandırılmamalıdır kanaatindeyim. Bu seçenek, artık güç savaşı oyununun bir seçeneği olmaktan çıkıp kendine ait bir düşünce kalıbına sahip olmalıdır. Nasıl kodlayacağımı bilmiyorum ama demek istediğim ciddi birşey: İnsanlık didişmeyi nasıl bırakır diyorum, farklı bir düşünce kalıbında düşünmeye nasıl başlarız diyorum. Şu anda ne yapmamalıyız biliyorum fakat çözüm olarak ne yapmalıyız bilemediğimden susuyorum. İnşallah şu yazıya devam yazısı hazırlayabilecek kadar kafamı toplayabilirim ileride, diyorum.
Saygılar.



25 Temmuz 2006 Salı

İletişime Giriyoruz


Günümüzün dünyasında kimse tüm ihtiyaçlarını kendi karşılamıyor, belki önceden de böyle idi ancak şu vakitlerde hayatımızı idame ettirebilmek için birbirimize kati surette muhtacız. Yaşama şekillerimiz, mesleki yetilerimiz, üretime katkılarımızın iyice özelleşmesi bizi birbirimize bağımlı hale getirdi. Bu durum başlıbaşına bir inceleme konusu aslında. Bugünün insanının nasıl bu kadar birbirine bağımlı iken bu kadar bireyselleşebildiğine dair belki bir vakit, birşeyler yazarız.

Bu giriş paragrafındaki derdim iletişime olan ihtiyacımızın gerekçesini bulmak idi. Biz birbirimize ihtiyaç duydukça derdimizi karşımızdakine anlatmak zorunda kalıyoruz. Eh iletişiyoruz yani. O karşıya göndermeye çalıştığımız derdimiz de ileti oluyor. Biz ve karşımız taraflar oluyoruz. Klasik anlatımla bir tanım daha var ki o da iletim ortamı oluyor. Yani iletinin aktığı yol. Örnek vermeye çok gerek var mı bilmiyorum ama; ben ailemle pazar günleri skype ile o haftanın olaylarını konuşuyorum.

Toplamak gerekirse; taraflar arasında ortamı kullanarak ileti aktarımına iletişim, diyebiliriz basitçe.

Aslında, basit olmayan bir çok konu var bu tanımın içinde. Şu sorulara bir bakın:
  • taraflar birbirlerini anlıyor mu? (Aynı dili mi konuşuyorlar? )
  • taraflar aynı ortamdalar mı?
  • taraflar birbirlerine doğrudan bağlılar mı yoksa ara taşıyıcılar var mı? ( Mahalle dedikoducuları )
  • ortam iletiyi bozabilir mi? ( Kulaktan kulağa )
Bu sorularla problem evreninin birazının sınırlarını çizmiş olalım. Bizim bu konuların hepsini kapsayacak halimiz yok tabi. Bu yazı buraya kadar giriş yapmış olsun. Bu sınıftaki yazılarla kendimize göre bir yol tutup konunun bir ucundan girmeyi planlıyoruz. Dil kavramına bir baktıktan sonra ufak ufak başlarız.

Saygılar



24 Temmuz 2006 Pazartesi

Bugün(dün) bir başına bisiklet gezisi


bugün bisikleti işletip ışıldatmak için sahaya indim. daha ayrıntı eklemek gerekmekle birlikte öncelikle:

  1. uzun süre kullanılmamış bisikletin lastiklerin havalarını yeni göbek çevremize/çapımıza göre hazırlamalıyız (patlatmadım ama asfaltta bayaa bi yayıldı lastikler, tahminen hava da inmişti benim 78 kilodan bağımsız olarak)
  2. tek başımıza ve bilmediğimiz rotada bisiklet bineceksek acil durumlar için yanımızda cep telefonu bulundurmalıyız. ( hayır, kimse hallenmedi, düşmedim ve kaybolmadım )
  3. uzun süredir bisiklet binmiyorsak, hamsak hamlığımızın üstüne gitmeyip usturuplu bir vakitte dönmeliyiz.

Ne yaptım peki: evden(çayyolu2 park caddesi, metiş blokları) çıktım, park caddesinden içeri devam ettim. yol bitti, inşaat alanları arasında -ki ilk kez gördüğüm yerler buralar- devam ettim. Amacım kafamda ataşehir diye kodladığım yeni toplu konut alanlarına ulaşmak, oradan da Eskişehir yoluna inip dönmek idi. Oldu, yani bu amacı gerçekleştirebildim. Ataşehir diye bildiğim mekana yaklaşık 1,5 saat ve sürekli tırmanış sonrası ulaştım. gerisi kolaydı.
Ara Not: Yaşamkent'miş orası?

Ek: Bu gece vaktim oldu, goygoleearth'de çizdim rotayı, topu topu 15 küsur kilometre yol yapmışım. Saatim yoktu yanımda ama yaklaşık olarak yürüyüşten hallice bir hızmış. döküntü yani. Neyse, şu işi sürekli yapabilirsek belki göbeğimiz daha iyi form tutar.



Çağlar Bey, Neden Blog, Neden Blogcu?


Üniversitede derste yapın dediler diye bir veb sayfası yapmış idik. O zamanlar sayfalar durağandı. vi ile html yazardık. ( yanlış anlaşılmasın, vi ile doğmadık tabi, pico ile başladık... utanmıyoruz )
O sayfayı biraz yaşattık ama sanal alemdeki varlığımız, iz bırakırlığımız o kadarla kaldı. 10 sene sonra da artık insanların bu web günlüklerini bir iletişim ortamı, propoganda imkanı, fikir yayma yolu olarak kullandıklarını gördük.
Olur mu,  devam ettirme dirayeti gösterebilir miyiz bilmiyorum ama başladık bakalım.

İşin aslı böyle şeyleri Gökhan kardeşimden gördük. Yanda biryerlerde tahminen bılog kardeşi olarak da yer alacaktır kendisi.

Gökhan blogcu'yu seçmiş olduğu için de ben de buraya geldim. Aslında birkaç saat önce blogspot denen mekanda bir alan açmış idim ama sanırım bu tarafa taşınacağım. Zaten orada kurduğum dünya da oldu olacak tek göz gecekondu. iki dakka kopyala-yapıştır ile iş biter tahminen.

Yani demem o ki bilinçli bir kullanıcı değilim, büyüyünce olmayı planlıyorum.

Burada ne yaparım, ne sıklıkla yaparım bilmiyorum.
Saygılar.