27 Kasım 2006 Pazartesi

Özet akşamı


Bu akşamüzeri başıma çok kötü şeyler geldi. Beni hayata bağlayan köklerimden cebren koparıldım. Bu bana çok acı verdi.
Gerçekten acı verdi.
Uyuşmuş gibiydim, ama acıyı da hissedebiliyordum.

Sonra dişçim Burak kalsiyum hidroksit ile kanalları doldurdu, çarşamba akşam gel, dolgu yapıp bitirelim işi dedi.

Acımayacak da dedi ama eve gelince öyle olmadı, dört tane viyaaakra kılıklı apranax gömdüm yine de ben buradayım diyor dişe yapılan tedavi. Hayırlısı.


26 Kasım 2006 Pazar

Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.

Ayine ayna demek. Kişiyi anlatan yaptıklarıdır, dedikleri değil, demek istemiş Ziya Paşa.

Ben yine bu lafı alıp birşeyler yazayım istedim. Yazınca belki biraz sakinleşirim. 10 saniye içinde hem üzdüm hem üzüldüm zira.

Üstteki lafa tersinden bakarsak ve kişiyi anlatan yaptıklarıysa eğer; yaptıklarına, kararlarına, hareketlerine, bunların sonuçlarına yapılan hareket kişiye yapılmış hareket sayılır. Doğrusuyla yanlışıyla kişinin kendisi haline gelmesine yarayan işler, kişiyi vareden şeylerdir. Onları yok saymak ya da onları yargılamak ya da onlara saldırmak, kişiyi yok saymak, kişiyi yargılamak, kişiye saldırmak olarak algılanır kişi tarafından.

Fakat, -eğer yanlış bilmiyorsam- kişi değil yaptıkları yargılanır adalet paradigmasında. Adalet'in felsefesi nedir, bilen var mı.

Erdal Öz'in Yaralısın diye bir romanı vardır. Bunu bilir misiniz. Bu roman bir hapisanede geçer Herkes Nuri'dir orada. Bende yer etmiş romanlardandır bu.

Herhalde de cezaevinde bir iş yapmazsınız ve kişiliksizleşirsiniz.

Of, boşaltmadı bu cümleler beni.



22 Kasım 2006 Çarşamba

Aradığınız beyne şu anda ulaşılamıyor*


Bugün öğlene kadar işyerinde debelendik. Sonra 1315 gibi dükkandan çıkıp derse topukladım. Ders de 1340'ta olduğu için insan gibi kullanmadım yolda diyebiliriz. Sonra bunun üstüne İlhan hanım derse gecikti. Yani yetişmek için çabalarken trafikte ölsem ya da birilerini öldürsem, amaçsız ölünmüş olacaktı, ne komik değil mi.
Saat beşe kadar bayıldıktan sonra geri dükkana döndük. 1930'a kadar yine debelendikten sonra Ümitköy'e indik. Seyir Cafe diye bir yer var, oraya yıkıldık. Fesleğenli fettucini yedim. Bildiğiniz fesleğen otlu erişte işte. Su içtim, ama içerken kendimi şehirlerarası otobüste sandım. Sonra elmalı nargile de içtim. Ya da çektim. Bereketli idi nargile. Bi freşa meyveli soda ve 3 bardak çay eşliğinde ( sıra ile ) 23 civarına kadar sürdü nargile keyfi. geceyarısına kadar da konuşma sürdü. Sonra bitti.

Çocuklar çocuk değil, sadece boyu posu bodur normal insan onlar. Örnekleriyle bunu öğrendim.

İnsanın nüvesi öyle bir şeydir ki, bitmez. İnsan, o kendi potansiyelinin boyutlarını da bilemez. Bittiğinizi sandığınız anda bir o kadar daha gidebilirsiniz aslında. Bunu bilirseniz yapabilirsiniz. Akşam şirketten çıkarken pilim bitmiş, yapılamayan işten dolayı moralim dip yapmış vaziyette iken, bunun üzerinde beş saat daha konuşup dinleyebildim. Oturup bu eyleme başlamadan önce ise sadece eve gidip göçmeyi planlıyordum. Kendi potansiyelinizi bilin. Hatta onun bir sınırı olmadığını varsayın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın insan, kendini tüketemez. Bitmezsiniz, erimezsiniz. Korkmayın.
Eh saat yeni gün olmuş diye eve geldim. Kafamda bu minvalde bir yazı yazıp günü noktalamak varken oturdum, aldım bilgisayarı kucağıma. Bir baktım, posta kutumda bir yardım çığlığı. Eh dedim, mesai bitmemiş nüve kullanımında. Cevap postam da şu üstteki paragrafın bir özeti idi. Bir baktım sikaypee'de bir adam. Sarıldım boğazına, işim için sıkıştırdım. Bakın, bu da planda yoktu, bunun için de enerjim yok sanırdım biri hariçten sorsa idi, yapar mısın diye. Daha da yapıyor olduğum şeyler var şu anda. Biri de benim boğazıma sarıldı yine şikaype'de, onu da ufalıyorum.
Özetle, kendi potansiyelinizin farkına varın demiyorum. Sadece onun sınırsız olduğunu düşünün. İyi düşünün iyi olsun. Olur deyin olsun. Yaparsınız. Sınırı kendiniz çiziyorsunuz, sınır koymayın. Sınır yok.



*: Cümle işyerinde bir arkadaşın ağzından dökülmüştür.


19 Kasım 2006 Pazar

Dün neler yaptım(Aslında bu yazı, bugün neler yaptım olacaktı)


Günlüğü günlük gibi kullanacağım bir yazı düşünmüştüm dün gece ama sağolsun altyapı sağlayıcımız blogcu bizi ayazda bıraktı. Dolayısıyla da yazı bugüne kaldı. Böyle olunca da yazı genişledi. Düne bugünü katarak birşeyler karalayacağım. Ve hatta bu yazı genel yaklaşımımın dışında, biraz görsel olacak. Görsellik için şimdiden kaykıl ört'e (google earth) teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Önce giriş amacıyla birkaç cümle kuralım. Dün bütün gün dükkandaydım ve eğitim veriyor idim. Eğitim bittikten sonra ancak, anlatılabilir saatlere geldik. Akşamüzeri 1700 gibi Beysukent'teki dükkandan araba ile çıktım, Cebeci'ye gittim, traş oldum, Öveçlere gittim doydum, eve döndüm. Bu hareket silsilesinin genel fotoğrafı hemen alttakidir. Yekün de 42 küsur kilometredir. Haritada da sağ alt benim ev, sol üst de Cebeci'deki berber oluyor. Ortadaki yatay düz hat gidip döndüğüm Eskişehir yolu.



İşten çıkıp eve yığılmak yerine, arkadaşları alıp birini Kızılay'a birini de Cebeci'ye bırakma gerekçem yine arkadaşların papaz olduğum, ensemin artık birşeye benzemediğine dair yorumları idi. Muharrem abilere gitmek de tabii ki akşam trafiğinde Cebeci çekmek demek oluyor. Gidiş uzun sürmesi dışında problemsizdi. Berberde Murat benim kafamı inceltirken pek eğlendik gene. Bu sefer yaptığını itiraf etti: Eğer bekleyen müşteri yoksa işini uzatıp duruyor. Yani kafamda eğleniyor. Muharrem abi de geçerken takılıp durdu; hem sana hem kendine eziyet ediyor gibi birşeyler dedi. Sonuç itibariyle ensemde saç yok diyebiliriz. Pek bir natürel etti beni Murat. Ama sağolsun kazık gibi olmuş sırtımla da ilgilendi biraz. En önemli konu ise Muharrem abinin sağlıklı, ayakta ve traş ederken görülmüş olması idi. İşimizi halledip, kahvemizi içtikten sonra ayrıldık. Berberim şu alttaki Cebeci tarafı biraz büyütülmüş haritada, sağ üstteki karenin üst noktasında. Oradan dönerken ise bir micra tarafından gebertiliyordum. Gebertiliyor olmamdan daha eğlenceli olan ise bunu birkeç kez yaşamam oldu. Nedense adam benimle uğraşıyormuş gibime gelmişti.




Amca önce itfaiye meydanında üstüme çıktı. Mekan resmin sağ ortalarındaki Kurtuluş parkının sağdaki köşesi, biliyorsunuz. Sonra Sıhhiye köprüsünden aşağı Maltepe/Tandoğan tarafına kıvrılacakken yaptı bunu. En sonunda da Atatürk Lisesi'nin yanında yolumuza kontrolsüz çıkan bir beyefendi! nedeniyle önümdeki taksi acil durdu, ben de düzgünce dozlayarak durmaya başladım. Ama bu gibi durumlarda refleksleşen bir şekilde gözü dikize diktim. Tahmin ettiğim gibi amca kısa mesafedeydi ve kayarak gelmeye başladı. Eh bu durmda bize yapacak pek birşey kalmıyordı. Amcanın benim bagajla kardeş olmasını engellemek için, ben frenlememi azaltarak
taksiye biraz daha yaklaşıp, emmiye biraz zaman kazandırmış oldum. Belki de bu akşamımızı orada tamamlamamızı engellemiştir, bilemiyorum. Olayımız üstteki resimdeki Ankara yazısının bitiş "a" harfinin altında oldu. Allahtan amca beni Anıttepe civarında terketti de rahatladık :)
Sonra Bahçeli ve Türkocağı caddesi güzergahından Öveçler'i hedefledim. Burada ilginç tek şey Türkocağı'ndaki panayır alanında bulunan ve ne olduğunu bilmediğim kalabalıktı. Hala da bilmiyorum. Çoğunluk genç olduğu için bir pop konseri olduğunu falan sanıyorum. Çok da önemli değil.
1900 civarında Güveç'te idim. Yarım porsiyon çorba, bir tabak bulgurlu ve yoğurtlu pazı, yarım tabak alatlı pilavı ve elma kompostosu yuttum. Bunu onbeş dakkada becerdiğim düşünülürse ve eve dönmek için yola 2045'de çıktığımı da bilirseniz Güveç'te geçirdiğim bibuçuk saatte başlığı yemek olan pek hoş bir muhabbet ettiğimiz ortaya çıkar. Yediklerimizden, yemediklerimizden, yalan kaburga dolmalarından ve birçok başka şeyden bahsettik. Bugün sanırım oraya tekrar çıntar'a gideceğim.

Dönüşte pek ilginç bir şey olmadı. Sadece Öveçler 5. caddede, demirköprü'den sonra doncu Koray'ın orada ve Çukurambar içinde artık bolca olan ışıklardan sürekli yeşilken geçebildiğimi ve bu süreçte kendimi pek bir şanslı hissettiğimi belirtebilirim.
Yolun sonu şurada aşağıdaki gibi:




Eskişehir yolundan beytepe köprüsüne zıpladım, 70'le köprü üstünde dönebildiğimi gördükten sonra yeni Angora Bulvarı denen yoldan eve indim.

Sonra da bu yazıyı yazıp işi bitirecektim ama blogcu olmayınca Gökhan'la çok önemli işlere imza attık ve Anadolu için hayati tespitler yaptık. Mesela Gökhan'ın aklına neden Şaşmaz'ın ordan direk Ümitköy'ün bağlanmadığı gelmiş. Adam haritaya bakıp eline kalemi alıp direk bir çizgi çiziyor ve buraya yol niye yapmıyorlar diye kızıyor. Burada Gökhan'ın aslen Artvin'li olduğunu belirtmeliyim :D
Biraz inceleyince gördük ki adamımızın istediği yolun Ankara çayını geçmesi gerekiyormuş. Uydu görüntüsünden bakınca çay, güzel yapılmış bir asfalt yol gibi görünüyor. Gökhan'a yolun yapılması için -eğer öyle ise- geçilecek arazinin askeri arazi olması sorununun çözülmesi gerektiğini, sonra da peşkeş çekilecek bir arkadaş bulunmadan ihale edilmeyeceği gerçeğinin kabul edilmesi gerektiğini anlatırken aklıma şu soru takıldı: Bu Ankara çayı'nın temel kaynağı nedir?
Hemen kendi kendime cevabı buldum. Biz Ankara otururlarının sindirim sistemlerinin son ürünleri, aslında bu çayın asıl kaynağı. Tabii ki karşılıklı iki ödev yapmak istemeyen arkadaş , kendimize bu yaptıklarımızın nerelere gittiğini bulma oyunu türettik. Uzun uzun anlatmayacağım, önce iki baraja, sonra da Sakarya nehri taşımacığında Adapazarı'nın falan içinden geçerek Karadeniz'e sıçıyoruz arkadaşlar.
Tabii araştırmacı kişiliğimiz Ankara çayı'nın Çubuk barajından başladığını gördü. Dayanamayıp daha ötesini bıraktık. Ankara'lılar olarak barajlar arasını batırıyoruz.

Bugünü de mi anlatsam ki. Yolda gördüğüm insanlara başla selam verme görevinden malülen emekli edilmeyi istedim sabah ekmek almaya giderken. Malüliyetimin sebebi tahmin edileceği üzere birçok kişinin selamımı almamak için gözünü kaçırmasıydı. Önce bir inşaat işçisi amca aldı, sonra 8-10 adet sabah sporuna çıkmış insan kaçtı. Sonra bir adet ekmek almaya çıkmış insan yine gözlerini kaçırdı. Sonra bir kişiye arabasının içinden selamımı ulaştırabildim. Sonra yine bolca kaçışlar. Bu kararı sonra yeniden değerlendiririz sanırım.

16 Kasım 2006 Perşembe

fikir-duygu

Akşam akşam önüme yine bir tabela çıktı cümleden yapma. Cümle ise televizyonun hoparlöründen çıkıyordu ama çıkmasının sebebi Haşmet Babaoğlu'nun diliydi.

Dedi ki; "Fikirlerin çoğunun duygular olduğunu düşünüyorum". Tam böyle demediyse de ben böyle anladım.

Yine kıskandıracağım milleti ama ben bu cümleden yazı yazacağım şimdi.



Son cümlemi en önce yazayım: Tanıklık taraflıktır.

Düşünmek, bu eylemin sonucu olarak ortaya fikir çıkarmak tamamen öznel bir çalışmadır. Düşünene özgüdür. Düşünürken kullanılan girdilerin bir kişide ortaya çıkardığı fikirler, başka bir kişide ortaya çıkardıklarından farklıdır. Mutlak doğru gibi bir şeyin öyle olduğunun garantisi, sadece kendisini ortaya çıkaran girdilere bağlı olsaydı, mutlak doğru diye birşey varolurdu. Ama işte sonuçlar hiçbir zaman sadece girdilere bağlı değildir. Aynı zamanda işleç de konuda söz sahibidir. Düşünme eyleminin işleci de insandır. E dolayısıyla insana bağımlıdır fikirler. Elinizde üç tane istatistik değer varken sizin ak benim kara diyebilmem de istatistik biliminin kaypaklığından değil, benim kaypaklığımdandır. Karışıklık olmasın, kara diyen kaypaktır.

Anladınız siz onu. Kısa keseyim aydın havası olsun.



12 Kasım 2006 Pazar

Titriyorum

Niye bilmiyorum ama, tüm eklemlerim ağrıyor. Hasta oluyorum galiba.


11 Kasım 2006 Cumartesi

Altın hızmav mülayim ve diğerleri


yine trt4'de yakaladım. söyleyen kendi memleketinden getirmiş türküyü. dolayısıyla bu kadar çözebildim. tamamını bilmek isteyen kolayca bulacaktır. Aşağı ham, duyulanın yazılması işidir.

Altun hızmav mülayim
seni haktan dileyim
yaz günü tamuuzda sen terle ben sileyim
gün gördüm günler gördüm
seni gördüm beyg oldum
gün gördüm günler gördüm
seni gördüm şad oldum

kerkügem yaralıyam kergügem yaralıyam

bir bahtı karalıyam
el diyer bizim kerkük
ben bilmem haralıyam
bir vay ki var üç vay

bir derde düşmüşüz
desem vay demesem vay
..

kerküklüyem ben özüm
kulak ver dinle sözüm
bu canlar kerküge kurban
.
gözlerim aman çağıram avar
.
... bir kurban keser
kerküge kurban olsan ne var
.

altun hızmav incidir
.
ben lal olmuş dilim
.. diyar incidir...

gün gördüm günler gördüm
senin kahrunden öldüm

****
Nokta olan yerler çıkaramadığım yerlerdir.

Alttaki de yine bildiğimiz, başka bir türküdür.
****

Kalanin dibinde bir daş olaydım
gelene gidene yoldaş olaydım
bacısı gözele kardaş olaydım
atma bu daşları men yaralıyam
... ben karalıyam

Kalanin dibinde üç ağaç incir
elimde kelepçe boynumda zincir
zinciri sallama kolların incir
atma bu daşları men yaralıyam
elalem ... ben karalıyam

anamm annaaam anaamm
öz anam fikri ...
...
demek özen uzagam ...
di gel ağam gel
di gel gözüm gel
ben sana gözüm demem sana ..
ben sana gülüm demem gülün ömrü kem olur
ben reyhan demem .... olur
ben sana derviş demem post gider abdal olur
ben sana paşam demem attan düşer .. olur



Döş Dolması ve Sincan'lı Çağlar


Eve anca gün döndükten sonra varabildiğim için -ki bu geç gelmenin sebebini aşağıda açıklayacağım- yazı bu vakti bekledi malesef.

5 kişi olarak Güveç'te toplandık ve önceden özel sipariş ettiğimiz döş dolmasını yanında biber turşusu, salata ve yine özel talep ettiğimiz, karanfili arttırılmış elma kompostosu ile tükettik. Bu işin sonunda masada mutsuz olan yoktu. Dolayısı ile Nurcan Hanım'a ellerine sağlık dileklerimizi ileterek mekandan çıktık.

Topluca Feyza-Gökhan'lara giderek iki el sıkrabıl attık. Birinde ben birinde Cem döşedi (.... diyeceğim, kimse yanlış anlamasın. Kelimeleri üreten harf taşlarını döşedik) Ama masanın toplam puanına dair ortak değerlendirmemiz vasat olduğumuz yönündeydi. Tabi Feyza'ya çay, nar gibi ev özelliklerinden dolayı teşekkürü bir borç biliyoruz.

Blog tanrıları yazılacak konunun bu kadarla kalmaması gerektiğine karar vermiş olacaklar ki, topluca Cemler'i  Eryaman'daki evlerine bıraktık. Bırakmak sorun değildi ama kendimizi Eryaman'dan çıkarıp bildiğimiz yerlere atmak pek bir maceralı oldu. 5. etaptan İstanbul yoluna çıkmaya çalışırken bir ara solumuzda Sincan Gençlik Merkezi'ni gördüğümüzü, daha sonra güzel bir uzay çatıyı solda uzakta farkedip oranın Göksü Park olduğunu sandığımızı (ama tabi bunun bir sanrı olarak kaldığını tahmin edersiniz), gördüğümüz bir tabelada iki yöne de Sincan ve Fatih yazdığını ama Ankara ya da İstanbul yazmadığını belirtirsem kendi elimizle düştüğümüz durumu tahmin edersiniz. Belli bir süre çalışma olan bir yolda ve iş kamyonları ile birlikte gittikten sonra benim İstanbul yolu diye kodladığım şoseye çıktık. Ankara yönü olduğunu sandığımız yönde belli bir süre ( abarttım mı bilmiyorum ama 10 dakika kadar ) gittikten sonra yine solumuzda Harikalar Parkı'nı gördük. Biraz daha gittikten sonra da çevreyolu bağlantısını ve Optimum'u bulduk. Düşünün Eryaman içinde nasıl bir yol/yön izlediğimizi. Sonrası artık kabul edilebilirdi.

Ankara'yı bilmeyenler için şöyle bir özet yapabilirim; İstanbul'dan Ankara'ya Tekirdağ üzerinden gittik diyebiliriz.

Olsun, döş dolması harikaydı.

10 Kasım 2006 Cuma

Döş Dolması - Aaazzz Sonraaa

Bu akşam Güvece döş dolması'na yumulmaya gidiyoruz. Ya da şu an itibariyle planımız budur.
Dönüşte ya da yarın sonuçları yazacağım. Bu da yazı reklamı olsun :)
Saygılar.


Ne demek istiyoruz


İletişim sınıfına eklenen yazılar pek bir az sayıda kaldı diğer sınıfları gözönüne alınca, biliyorum.
Ama bu konu her aklımıza geleni yazabileceğimiz bir durumda değil malesef. Aktarım ve paylaşım kalitesi çok önemli. Diğer yazılarını kabadan mı sallıyorsun peki o zaman birader diyebilirsiniz, onu demek istemediğimi biliyorsunuz. Ha hala diğerlerimizi öyle değerlendirirseniz, saygı duyarım .

Biraz daha düyüdüğümde, bu sınıfa ontolojik semantik okuyup gelmeyi ve bu dala bina edilecek bir iki cümle karalamayı planlıyorum. Ama biraz daha büyüdüğümde. Şu anda buna kilom yetmeyecek.
Saygılar.


Esinlendirici bağ : http://blog.hakia.com/?cat=1

8 Kasım 2006 Çarşamba

Peppermill ve bir hediye soru


Handeelibir peppermill adlı yemek dükkanı ile ilgili bir yazı yazmış. Yazıyı görünce ben de bir nazire yapayım dedim. Şimdi bu dükkanın Çayyolu'nda da bir adet yeri var. Hatta bu markanın asıl yeri buradaki. Hande'nin tanıttığı Bahçelievler şubesi daha 4 aylık bir yermiş. Mekan ve marka sahipleri 3'ü kardeş olmak üzere 4 çocukluk arkadaşı imiş. Bu kişiler daha önce Bilkent Tadım isim hakkını işletmişler. Marka kendi markaları. Yani yabancı bir markanın getirilmesi işi değil. Mutfak olarak kendilerini italyan olarak tanıtıyorlar.

Bu akşam orada yedik. Şans eseri orada bulunup da masaları mutfak tarafından ayıran, misinalara bağlı, camdan sıra sıra taşların birbirine dolaşmış misinalarını çözmek için uğraşan iki kişi ile onlara anlamsız gözlerle bakan üçüncü bir kişi gördü iseniz lütfen onları  hakir görmeyin. Onlar bütün gün boyunca sürmenaj kıyılarında gezen beyinlerini sakinleştirmekteydiler... Kızmayın onlara, sevin onları.



Neyse hediye soruya geçelim. Yanlış anlaşılmasın, hediyeli soru değil. Sorunun kendisi hediye. Tabii ki hediye algısı insandan insana değişir, kaygılanan da bu noktada okumayı bırakabilir.

Şimdi biz dün akşam bir arkadaşımızı kan vermesi için hastaneye götürmüştük. Kanı verdik, bizim işimiz bitti. Ama ilgimiz bitmedi. Bugün telefon geldi, kan verenden helallik isteyip memleketlerine dönmek için. Hasta ölmüş.

Soruya girizgah da bittikten sonra gövde kısmına geçiyoruz, ve son uyarımızı yapıyoruz. Sorudan rahatsız olmak istemeyenleri şuraya alıyoruz.

Bu hasta dün 7 aylık bir bebe idi. 13 günlük iken hasta olduğu farkedilmiş. Dün beşinci kalp ameliyatını oldu bu el kadar bebe. Sonra da öldü. O ne yaşadı. Anası, babası, atası ne yaşadı, ne kadar öldü bu süreçte. Bu ata kaç kere ölecek bundan sonra. Bu bebe niye geldi niye gitti. Ne çekti, niye çekti bu dünyada.

Daha uzatılarbilir bu üstteki soru paragrafı. Ama uğraştırmayacağım sizi daha fazla. Şimdi bu hediye sorunuzu kendi başınıza, istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Kutlu ve hayırlı olsun.


7 Kasım 2006 Salı

427


eledim eledim höllük eledim
aynalı beşikte canan bebek beledim
büyüttim besledim asker eyledim
gitti de gelmedi canan buna ne çare

bir güzel simadır aklımı alan
aşkın ateşini canan serime saran
bizi kınamasın ehl-i dil olan
gitti de gelmedi canan buna ne çare
yandı ciğerim canan buna ne çare

gitti de gelmedi canan buna ne çare



Bağlam, ortam çok etkili. Bu türküyü dinlerken önümden -gördüğüm kadarıyla- en yaşlısı 65 en genci 75, ama çoğunluğu 72, 73 olan 427 tane doğum tarihi geçiyor....



EK: 427, 623 ... sayıların bir önemi yok.


Not: Bu 427'yi diğerlerimizden ayrı bir yere koyuyorsam lanet olsun bana. Hepsinin gönlümüzde yeri aynı.

4 Kasım 2006 Cumartesi

Atlas Dergisi Kasım 2006 Sayısı

Aylık coğrafya ve keşif dergisi olan Atlas'ın takipçisi olduğumu biliyorsunuz. Kasım sayısını burada tanıtmak istedim. Bu ay verdiği bir ek ilginizi çekebilir sanıyorum.

Atlas, bu ay Dev Dünya Haritası verdiyor. Boyutu 100x195 santimetre olacak ve 3 parça halinde. Hoş bir detay olarak 3 ay boyunca alıp da üç parçayı toplamayacaksınız. Bu ay bu 3 parçanın hepsi birlikte verilivermiş, gitmiş. Bu cömertlikleri nedeniyle dergiye teşekkür ediyorum. Harita siyasi ve fiziki, ayrıca deniz tabanları dahil olmak üzere yer şekilleri işlenmiş.

Bu ayın dergisinin içeriğine gözatarsak:

  • İznik çinisi: Kırmızı sır
  • Ruh arınması: Kızılırmak üçgeni
  • Mutluluk oyunları: Vanatu
  • Bask'ın çelik gülü: Bilbao
  • Otoatlas
  • Yalnızçam: Kelebekler
  • ve diğerleri...
Her zaman keşfetmek için bak.





3 Kasım 2006 Cuma

Düşünce ve Amaç


Düşünme eylemi ile amaç arasındaki ilişki, üstüne konuşulacak kadar derin midir. Derin değilse de bu saatte aklımıza gelmesinin bir hikmeti vardır herhalde. Şu vaktin tespiti; birinin boğazını sıkar halde iken sarsılarak uyanmanın ardından düşündüklerimizin cümleye dökülmesidir.

Naif düşünme eylemi diye birşey olur mu. Düşünce amaçsızca yapılabilir mi. Yani salt düşünce olsun diye düşünmek mümkün müdür. Ol dedik oldu, bir gayesi yoktu, denebilir mi.

Yoksa, her düşünce ister isemez kendi içinde amacını barındırır mı. Hiç öyle havada asılı kalmış düşünce olur mu, herşeyin bir amacı vardır mı.

Eğer öyle ise, ülen bu düşünme de ne içten pazarlıklı bir düşünmeymiş be denebilir mi. Sen sadece birşeyi o olsun diye yapamaz mısın, illa ki altta yatan pis bir sebebin olmak zorunda mı arkadaşım diye sorsak çok mu amaçlı bir soru sormuş oluruz. Amacı olan düşünme eylemi aslında o kadar da masum bir eylem değildir, nalıncı keseri gibi kendine yonmak için hazır bir düşünmedir bu amaçlı eylem desek ne dersiniz.

İyi de zaten, bir fayda getirmeyecek, amaçsız bir eylem ne işe yarar ki, cimnastikten öte birşey değildir, kaynaklarını harcadığına yazık, denirse ne cevap verilebilir.

Karşıt olarak, herşeyin bir amacı olmak zorunda mı, ulaşınca ne yapacaksın dense, ikna edici olabilir mi.


2 Kasım 2006 Perşembe

düdük


Ey ilham bitleri, buyrun bakalım. Var mı diyecek birşeyiniz...

iletişim, kaynak, hedef, ileti, dil
iletinin ne içerdiği, iletinin nasıl taşındığı
kaynak hedefe ne anlatmak istiyor, kaynak hedefe bunu nasıl anlatmak istiyor
içerik , kullanılan dil
anlam kaybolmasın.
züleyla nasıl önemlidir demiş. gökhan, ne önemli ama nasıla bağlı demiş.
züleyla günlük iletişim dili açısından bakıyormuş, ondan nasıl diyormuş..
dil ne anlattığımızı etkileyen bir nasıl'dır.


Bu sınıfta daha önce yaptığımız kamuoyu araştırmasına göre katılımcıların yüzde ellisi iletişimde aktarılan iletinin nasıl aktarıldığı neyin(hangi içeriğin) aktarıldığından daha önemlidir demişler. Bu araştırmada çok değerli katkılar alınmış, bunlardan birinde aktarılan içeriğin değerinin o içeriğin nasıl aktarıldığına çok bağlı olduğu belirtilmiş.
.
.
Yok yazamıyorum, desteğe ya da daha güçlü motivasyona ihtiyacım var.

İki düşman kardeş: Aksak yargılar ve alınamayan kararlar


Banunun yorumundan sonra...

Kendi değerlerndirmelerimize dayanarak almak zorunda olduğumuz kararlar...
kararlarımızın etki ettiği yerler.
ama o yerlerin barındırdığı ekstra bilgiler
ve alınan bu aksak kararların yaptığı yanlışlar.

bunun karşısında kafayı neden kelimesine çok gömüp, seçilmesi gereken yol hadisesini sürekli ertelemek. tüm değişkenleri belirlemeye çalışmak. onların birbiri ile ilgisini ortaya koymak derdi. gerçekte dibi bulunamayacak beyhude uğraş. bu arada zaman kaybetmek ve yolun ortasında kalıvermek.
ama aynı zamanda yolu da tıkamak.


öff.