28 Şubat 2007 Çarşamba

H. Çağlar Bilir - 3 ' ümsü


H. Çağlar Bilir

H. Çağlar Bilir - 2


Artık dizi yazı haline gelmiş şu iki yazının devamını yapayım diye oturdum ama olmadı. Niye olmadı derseniz, anadolu lisesi yıllarından aklımda kalan bir kız vardı, onun adını hatırlayamadım, babası askerdi. Onu bulayım diye yıllığa yollandım ve dolayısıyla da yıllığın içinde isimlerde, numaralarda, fotoğraflarda kayboldum. Bir de sayfaların arasında 3 mektup, bir fotoğraf ve yıllık yazılarının asıl el yazısı pusulalarını bulunca iyice dağıldım.
Ama ben dağılınca blog kapatan biri değilim, yazarım di mi, yazarım evet.

Ne güzel insanlar varmış lisede. İsmi güzeller,cismi güzeller, ikisi birden güzeller. Sonra popülerler varmış, bir de bizim gibiler. Bu an itibariyle Antalya'nın lise kısmını kapatıyorum o zaman.

Ama o zamanlarda dönemlik çalıştım dediğim Duvalya'ya dair de aklımda kalan birkaç küçük şey daha var, onları da yazayım.

Bi kere, iki adet makina. Birisi 50'li model bir bmw motor. ne kadar güzel ve tok bir sesi vardı. Hüseyin abi çalıştırdığı zaman güm güm atardı pistonları. Sonra çalışanlardan biri gıcık olmuş, benzin deposuna şekerli su katmış.

İkincisi kırmızı 70'li yıllardan kalma bi impala, direksiyondan vitesli. Yine Hüseyin abi çok yakışırdı içine. Onunla şehirlerarası da yolculuk ederlerdi.  Kamyon şasesi var bunda, vurdu mu, karşısındaki araba dağılır derlerdi, şehiriçi bir kazasını duydum, gerçekten de öyle olmuş, bizimkinin ise sadece nikelajlı ön tamponunda çizik oluşmuştu.  Sonra yine bir şehirlerarası yolda takla atmış, araç pert olmuş, içindeki bir abimiz de ölmüş idi.

Duvalya'da bir de Tokat kebabı ocağı vardı orjinal. Nasıl anlatsam, böyle türbe gibi kocaman 3 metre boyunda bir yapı. 2 metre yüksekliğinde, tuğladan sanırım. 3 metre boyunca iç yanlarında ateş yandığını, ortasının boş(üstü kapalı ha) orta üstte de boyuna bir demir uzatılmış olduğunu(havada) hayal edin. Biliyorum iyi anlatamadım ama kuzu eti kabuğu soyulmamış patlıcan parçaları ile şişlere geçiriliyor, soğan ve biberler de bir şişe geçiriliyor, domates tek başına kendi şişinde. Bu şişler özel, sapı çengel şeklinde ve o demire asılıyor malzeme. yani şişler demirden aşağı dikine sallanıyor ve yanlarında da ateş yanıyor. De ki pişti, kendi özel pidesinin serilmiş olduğu tepsiye çıkarılıyor şişler ve topluca tepsiden yeniyor.
İşte böyle birşey, merak eden illa ki inderneytten tokat kebabı ocağı diye bulur sanırım.


Ha kızın ismini bulamadım. Son sene başka liseye taşınmıştı galiba. Hoş kızdı, Pluton artık şaibeli bir gezemeyegen, Platon da aslında eflatun renginde bir düşünürdü.

24 Şubat 2007 Cumartesi

Sessizlik


Kalktım.
Odanın içinde ilginç bir sessizlik.
Birşeyin eksikliği var, ama bulamıyorum.
Yüzümü yıkadım soğuk suyla, kendime geldim.
...
Ha tamam, sifonu çekmemişim. İşte o tanıdık ses.


Not:Ey sessiz sessiz okuyanlar, madem katılmazsınız yazıların arasına, okursunuz işte böyle pis yazı :)


22 Şubat 2007 Perşembe

Yaralı Bereli


Şüküri 10:18 PM
ben biri bana güzel baksa hemen onun içine düşerim ki
Eküri 10:19 PM
yani?
Şüküri 10:20 PM
hep düştüğüm için dizlerim yara bere diyorum.
Eküri 10:20 PM
olsun yaralı bereli olmak güzeldir
Şüküri 10:21 PM
onu bilmem ama. hedef yer miydi düşerken, yoksa uçup yukarıda mı bulacaktım aradığımı, hiç bilemiyorum.


Rastgeliş


Biraz önce google'da "iletişim kaza yanlış" kelimelerini birlikte arattım, sonuçlarda gözüme ilk çarpan ne oldu beğenirsiniz:

http://2006everest.metu.edu.tr/demirkazik_kaza_raporu.pdf
http://www.ordos.org.tr/

of.


Haber Atlas ve Hakan Öge


Size haberler vermeyi atladım çünkü ben de kalabalıktan okuyamadım dergiyi.
Tüm içeriği özetleyip de yormak istemiyorum yazıyı zira geçen atlas özeti sıfır yorum almıştı.

Atlas dergisi Şubat 2007 sayısının haber değeri olan ilginçliği Çekül Vakfı'nın uzun süredir çalıştığı Sinan'a Saygı projesinden olma, Mimar Sinan Eserleri İstanbul Gezi Haritası Eki. Evet bu tam tahmin ettiğiniz şey. Derginin içindeki ek ile durakları mimarın eserleri olan farklı rota gezileri yapabilirsiniz.
Projeye dair detay ise www.sinanasaygi.com adresinde.


Bunun yanında Hakan Öge denizde 3 yılını doldurmaya yaklaştı, sanırım 3. yılında Kızıldeniz'de olacak. Afrika karşısında. www.hakanoge.com



21 Şubat 2007 Çarşamba

BA


Ben şurada anlattığım şemsiye çıkarma operasyonunun sonucu olarak BA adı verilen ve öğrencisi olduğum üniversitenin standartlarına göre en iyinin bi kibarı olan notu aldığımı söylemiş miydim. Yine dört ayak üstüne düştüm.


20 Şubat 2007 Salı

Aha buldum

Bizde ten uyumu olmaz, elektrik de almayız biz. Kaçak mı var da elektrik alacağız. Hem elektrik almak demek çarpılmak demektir. Hele ki kimyamız hiç tutmaz. Biz elekton mu paylaşıyoruz da kimya çalışacağız.

Ona öyle demezler, aşağıdaki gibi derler:

Arkadaşlar, bizim kanımız kaynar, o kadar. Laf budur, daha içten bir açıklaması varsa bunun bizim dilimizden değildir. Kanı kaynamak... ne güzel laf be birader...



18 Şubat 2007 Pazar

İçtik


Çayyolu Tadım turistik işletme lisansını almış. Bu alkol satabilirler demek oluyor. Patronlarıyla sürekli konuşur halde idik bu konuyu. Turasan bulun, getirin, koyun şuraya da içelim dedik. Daha bulamamışlar. Bu akşam gittik siftahı, istediğimiz olmasa da yaptık.

Mey içki'inin satın alıp Kayra markası ile piyasaya sürdüğü şarapların terra serisinden bi şişeyi devirdik iki kişi. Öküzgözü üzümünden 2004 model bi şişe idi. Sofra şarabı aslında sanırım. Bu üzümü şarap olarak oldum olası severim, Elazığ yöresine ait buraların kendi üzümüdür. Yine içimi kibardı. Sadece peynir ile tükettik, sağolsunlar ellerindeki peynirlerden bir tabak yapmışlar bize.


Şimdi bu mey içki bildik bi marka. Tekel'in keyfimizi kaçıran özelleştirilmesi olayı ile gündeme girmişti.
İşte o özelleştirilen şarap fabrikasının bir sonucu bu içtiğimiz şişe. Bakın ilginç bir tesadüf şudur ki, o fabrikanın ünlü bir şişesi daha vardı zamanında tekel iken. Buzbağ. ikibuçuk milyona o şişeyi aldığımızı bilirim. 2001-2002'de eski dükkanda iken yaptığımız okazyonlarda(!!) tüketirdik topluca/fabrikasyon halinde. Düşünsenize real'e gidip reyonda bulunan tüm buzbağ'ları alan tipler... 15 şişe aynı şaraptan alınır mı be. Biz aldıkça pahalanıyor gibimize gelirdi. en son 5 milyona almıştık. Sonra işte fabrika özelleştirildi, kayra markasının bir şarabı oldu buzbağ. 15 ytl mertebesindedir herhalde şimdi.
 İlginç bir vaka da buzbağ'ın Elazığ öküzgözü ile Diyarbakır boğazkere'sinin kupajı bi şarap olması. Zamanında bilmeden ne güzellikler içmişiz. Bu kombinasyon şu anda en sevdiğim türk üzümü kombinasyonudur. her markada bu ikiliyi ararım.

Not: Bilmeyenler için Çayyolu Tadım, Ümitköy Opet'in arkasında.

Ha bi not daha: üç genç canlı müzik yapıyorlardı, bol gitar, bir bağlama, bir de -sanırım- klarnet. "Nargilemin marpucu da gümüştendir" diyen bir türkü, "bu ne biçim hikaye böyle" de diyen başka bir türkü ile kardeş oldu çocukların ağzında. iyiydi. çok sevdiğim müzikler bunlar.

17 Şubat 2007 Cumartesi

H. Çağlar Bilir - 2

Mimlenme bahanesi ile kendimizi anlatmaya başladık, sonra tepkiler pek olumlu olunca, bizim de hevesimiz yerine geldi. Aha arkası yarın, aşağıda...



Hüsnü Çağlar Bilir; hala Antalya'lı, hala Ankara'da çalışan, hala
yüksek lisans eğitimine devam eden, hala mühendis, hala bekar bir insan
evladıdır.

Bir önceki yazıda bolca keyifli halde doğduk, ilkokul
yıllarını hallettik, ortaokul ve lise yıllarını ise isteksizce
anlattık. Bu zaman dilimine dair aklımızda kalan başka enstanteneler
var, onları yazayım biraz...


Mesela dersane yolları: Antalya'da eski beton kahvenin orada
yaşıyorduk, dersane de maç dersanesiydi(kaldı mı acep şu an) -sanırım-
tankerler işhanının arkasında idi. Bu iki nokta arasında hep yürüdüğümü
hatırlıyorum.

"Ömrümün en uzun, ömrümün en kısa yolu" geyiği yapacak
değilim ama nedense aklımda kalmış işte. Gidişleri değil ama dönüşleri
kare kare hatırlıyorum. Hatta fonda yağmur var. Kalekapısı, şimdi araç
trafiğine kapanmış yol,  yukarı, ne camisiydi o, kömürcülerin ordan
ilerdeki, sonra yukarı muratpaşa camisine kadar, oradan sola milli
egemenliğin oradan devam, güllük caddesini atla, tavukçunun oraya kadar
git, ordan 4-5 apartman ileride bi bar var, arasından sağa dal, yüzüncü
yıl'a çık, koş, koş.. samanyolu pastanesine kavşağa varmadan gene
karşıya geç hamamın önüne çık yukarı devam... sonra turgut reise bağlan
eve geç. ayakkabının içinde çoraplar ıslak ama ayaklar üşümüyor. bunu
ankarada yapsak bokumuz donardı be.

Sonra başka bir fotoğraf gece çekilmiş, elimde bir çift bez
ayakkabı, omzuma atmışım yürüyorum. bunlar normalde ayağımda olması
gereken ayakkabılar, ayaklarım çıplak yani. hava çok sıcak, üstümde
tişört, şort... saat gece 23. mekan falez otel ile turizm otelcilik
arasındaki caddenin kaldırımları, eve dönüyorum.


Ortaokul 2, 3 ve lise 1 yıllarının yaz sezonlarında Antalya
Konyaaltı plajında Duvalya restoranda çalıştım. Sağolsun belediye, şu
an o restoran yok, biiç park var. Yarı zamanlı iş denir mi buna. her
yaz 3 ay çalıştım. İlk kez orada saatlerce ayakta durmak ne demek
öğrendim. Sabah saat 09-10 gibi başlardık, gece eğer hiçbirşey yoksa 23
gibi paydos ederdik. Eğer yemeklü düğün falan varsa paydos saat 03 04'ü
bulurdu. İşte oradan eve dönüşüm yürüyerek olurdu. Plajdan yola,
varyanttan da yukarı çıkardım. Sonra da eve direk. Havanın ciğeri,
ayakkabının da topukları delirttiği zaman da işte çıkarıverirdim.
memeleketin yollarının temiz olduğuna bakmayım, o kaldırım taşları
batıyor insanın ayağına, cam da batıyor. neyse...

Bu restoranda ilginç arkadaşlarım oldu, o arkadaşlardan biri gitti
karısını vurdu, hapisaneden mektuplaştık mesela. biri ile sözleştik
restoranın arkasında kavga etmeye ama tırstım, konuşarak hallettim
mesela. yarımlık efes biraların 24'er taneden oluşan kasalarda
taşındığını, onların her elde iki tane olmak üzere 4 kasa nasıl
taşındığını, bu taşımanın ne güzel omuz yaptığını gördüm. Sarhoşluğun
insana ne ilginç şeyler yaptığını gördüm. Bi ben sarhoş oldum kendi
sattığım içkilerle, bi müşteri sarhoş oldu elimdeki boşlarla dolu
tepsiyi tekmeleyerek dağıttı. o sarhoşluk hayatımın ilk sarhoşluğuydu
ve votkanın kuştan başka şeylerin de boynunu bükebildiğini öğrenmiş
oldum. aman yazı pek hisli olmaya başladı dağıtalım biraz: yine orada,
canım isterse istanbul ağzı ile canım isterse antep ağzı ile
konuşabildiğim tespit edildi bi abim tarafından. küçük kibar bar
numaraları da öğretildi aynı abi tarafından. hala peçeteden çok güzel
gül yapabilirim mesela. istanbul ağzı ile konuştuklarıma gül de
verebileyim diye öğretmiştir sanırım incelikleri. Bardak nasıl yıkanır,
mayonez nasıl yapılır, plaj şemsiyesi 3 saniyede nasıl çakılır, zaza
kime denir, pinpon 150 kilo bile olsan nasıl oynanıp il birincisi
olunur, hep orada öğrendim.

İş
garantiliydi ama az paralı idi. daha çok şey var ama sanırım bu kadar
Antalya yeter, canımız çekerse yazarız yine. Bir sonraki bencillik
yazısında başka başlıklara da zaman ayırmak lazım.

Eski dert, güç paradigması


Direkler sınıfında güç paradigmasına girmiştik ilk.

Güç, içinden çıkılabilecek bir paradigma mıdır?

güç hukuk ve ahlak

denetim

güçten tarafa olmak

Köpek ve Güç, Nereye götürecek bizi bakalım


diye birkaç yazı yazmıştık, şart oldu, bir tane daha yazalım.

Tekrar gibi olacak ama; güçlü kuralı koyar.
Bu kadar.
Güçlü olan kuralı koyar, oyunu başlatır, bitirir, kurallarını değiştirir, iptal eder. Güçlü olan istediğini yapar. Güçsüze ise şap kalır, üstüne oturmak için.
Güç, aynı durumda güçlünün canının istediğini yapmasına, güçsüzün ise canının istediğini yapamamasına yarar.
Güçsüze verilen seçenek oyundan çıkmak olabilir gibi gelmekte şu anda bana, aklıma başka birşey gelmedi.


11 Şubat 2007 Pazar

Kayıp ruh


Gözlerini açtın. Biraz önce başucundaki iki telefonun alarmı birden çalmıştı ve sen el yordamıyla onları bulup kapatmıştın. Ne kadar oldu acaba kapatalı. Ya da önemli mi ne kadar geçtiği. Beş dakika ya da iki saat farketmiyor ki. Öyle bir duyarlılıkta değilsin nedense. Yataktan doğrulmadan ama gözler ışığa alışırken bunları düşünüyorsun. Çok ilginç, daha ayaklanmadan beynin çalışmaya başladı, biraz yüklenmiyor musun şu organa.

Evet ışık var. Demek ki biraz olmuş vakit. Bak bakalım şu biraz önce çenelerini kapattığın aletlerden birine. Tamam, gecikilmiş. Ama yetişilecek yere gecikme değil bu hissettiğin. Sadece alışık olduğun saatten daha farklı bir saatte olman bu, belki gecikme bile denmez. Neden geç kaldım gerginliği hissetmediğini düşün bakalım. Ama çok dalma düşüncelere, zira yapılacak sosyal ödevlerin var daha. Tamam, hadi.

Aynı gömleği ve aynı pantolonu giymek seni sıkmıyor bile. Temel zorunluluk olan temiz giysi kuralına uyduklarına göre yeni renkler, değişiklik, tarz, süs, stil uğramıyor sana, yanından bile geçmiyor. Daha da ilginci bunu yaşıyor olmaktan dolayı herhangi bir sıkıntı duymuyorsun, tespitini yapıp geçiyorsun.

Tekdüze olmayan hiçbirşey yapmadan evden çıktın, çıkarken mutfağa baktın ve yine evde sabah kahvaltısı yapabilmek becerisine ulaşmadığını gördün. Evet sen böyle birisin, evde mesai günü sabah kahvaltısı yapamıyorsun, pekala. Bunu, sabahının tekdüzeliğine ekleyemedin, ilginç bile değil.

Bu umursamazlık saatte 90 kilometre hızı kaldırmaz diye düşüne düşüne işyerine vardın ve arabadan indiğin yerde ayağın kaydı, düşeyazdın. Aklına, geçen kışı bitirirken kolunu kırmayı becerdiğin geldi. Zaten apartmanda asansörün kapısını her itişinde kendi bileğine bakıyor ve sağlam olmasa şu kapıyı nasıl açardım diye düşünüyordun. Kapıyı iterken o kaslar neler yapıyor ve kemiklere nasıl bir bası uygulanıyor. Bastığın yerin altından kaymasına sinirlendin ve o hışımla işyerinin garajına indin. Etrafta eşelenip beli buldun. Yanında da bir sopa buldun. Gidip buzlara saldıracaksın. Hepsini kırıp güneşte erimelerini kolaylaştıracaksın ki kayıp düşülmesin. Hem sonra bel ile şu elektrik geçirdikleri yeri de düzlersin biraz, araba ile geçerken altı sürtmez.

Düşündüğün kadar güçlü değilmişsin. Bi kere sopa ile bırak buzları kırmayı, üzerlerini bile çizemedin. Bel ile bellemeyi denedin, küreğin ucu kaydı. Çaresiz vuracaksın bel ile ve ucunun keskinliğine güveneceksin. Değerlendirme yapmak gerekirse on harekette bitireceğini düşündüğün iş on değil yüz hamlelikmiş ve sen zaten o hamlelerin üç tanesini yapınca yoruluyorsun, gücün yetmezmiş. Ellerin de pek kibar bu iş için. Boyuna göre seçmedin yine. Ama inatçısın uğraştın bir süre. Sonuca bak, anca dostlar alışverişte görsün diye anlatılır sonuç. Öflemedin bile. O düzleme işini de yapamadın, taşlar donmuş birbirine yapışmış, birini bile oynatamadın. Bırak bırak.

Binadan odana çıktın bir kat yukarı, nefes nefesesin. Çok saçma. Odada pencere camlarının ve doğramaların nemini aldın. Almazsan bu nem başa alçı tadilatı derdi olarak dönecek. Herkes kendi odasına böyle dikkat ediyor mu, bizim odada neden ben yapıyorum bu işi, binada diğer yerlere böyle özen göstermeli miyim, diğer odaları neden gezmiyorum... diye bile düşünmeden makinalaşmış bir şekilde bitirdin camları. Sonra çektin çıktın müşteriye gitmek için. Yekün olarak onbeş dakika bile kalmadın yani dükkanda.

Yol bu sefer uzun, hatta değişiklik olsun diye seçtiğin güzergah düşündüğün gibi çıkmadı, kilometre çok daha fazlaymış. Saçma oldu. Arabayı sabit hızda, minimum ivme değişimi ile kullanmak ruhsuzluk mu yoksa tasarruf mu diye düşüne düşüne vardın hedefine. Çalıştın it gibi. İnsanlar kibar. Kimse kimseyi ezmiyor, karşılanmamış talepleri ile rezil etmiyor. Bunun karşılığını verebiliyor muyuz diye düşünerek ve kuyruk hala dik vaziyette döndün. Öğle arasında yemeklerini yiyip ama sonrasında da çalışarak... Hak hukuk tamam galiba.

Normal yoldan döndün, arabanın altını sürttün, ve sabah kıramadığın buzların vuran güneş ile erimiş olduğunu gördün. Hay huy etmeden, vay anasına bile demeden öylece yürüyüp girdin içeri. Doğanın gücüne selam bile durmadın.

Çok yorgunsun. Odana geçtin, yorgunluğun verdiği sinir ve yine o bir katın verdiği nefes nefeselikle ve sıcağı sıcağına, müşteri haberlerini üstüne aktardın, biraz sonra bir toplantı yapılacağı haberini de alıp çıktın.

Toplantıda şirket için çok önemli haberler aldın ve senin tepki vermemiş olman dikkat bile çekti, o kadar yani. Bitse de gitsek tepkisizliği değildi bu. Herşeyi dikkatle dinledin, soru da sordun kafana takıldığı için, ama renksizdin işte. Hayretsiz diye bir kelime varsa o seni tanıtırdı o an. Odan o deminki güneşle dopdolu, apaydınlık idi ama senin içine vurmuyordu ışınlar. Karanlık, paslı bir için var ve hiç ısınmıyor bazen. Yüzüne de yansıyor bu soğukluk, tepki alıyorsun. Aldığın tepkilere herhangi bir karşı tepki vermediğin anlaşılıyor mu oralardan, onu bile merak etmiyorsun.

Sınırlarını aşmamak, hep belli bir uzaklıkta durmak gibi iş dünyası kurallarını uygulamaya çalışmak mı yaptı seni böyle. Bilmiyorsun ama bu büyümekse pek keyifli büyümediğin ortada. Bu sıradanlaşmak, normalleşmek, genele uyum sağlamaksa eğer onu da becerdiğin belli. Birşeylere uymak için kenar, köşe ve çapak diye gördüğün yerlerini törpületiyorsun.

Törpüden dökülenlere bastın ama onlar sanki ruhunun simleriymiş gibi geliyor bazen.


Alıntı

...
ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım


...

 söz biter, türkü şiir olur. Bedri Rahmi de işte böyle üstteki gibi kodlar.

7 Şubat 2007 Çarşamba

Olacağı buydu


Şu an saat 0330. 0300 itibariyle zınk diye doğruldum yataktan. Bizim dükkan rüyama girdi. Şu an su basmasını hiç kaldıramayacağım önemli salonlarımızdan birini şırıl şırıl damlarken gördüm. İnşallah öyle birşey olmamıştır binanın su tesisatında öyle birşey. Yok yok olmamıştır diye kendimi teselli ediyor, uyanmama gerçek sebep olarak da akşam yuttuğum bir tam litre salep'in benim bünyenin su tesisatına yaptığı baskıyı görüyorum.
Hadi bakalım, hangisi iyi.

Sözde bitti şimdi bu yazı. Bi okudum üstü, ben hiç bi nane anlamadım. Siz anladınız mı.
Öf ulan, niye uyandım ki gene ben. Bünye gene ayar kaçırdı.


6 Şubat 2007 Salı

Yine kulakta türkü


bilen biliyor, bazen duyduğumu yazıyorum. şu anda olaytv de mustafa ( özarslan ) var... dinliyorum..

mektebin odaları ay lele lele vay
ders verir hocaları oy amman can kurban
kim yarimi sorarsa ay lele vay lele
odur birincile.... oy amman can kurban


ay doğan gelir amman ay lele vay lele
bu sevdam ....
ya benim muradım ver ay lele vay lele
ya beni öldür aman uy amman can kurban


*******

amanın uzun hava geliyo.. .. yok, bu başka bişey


zalım felek ...
....
sıtk ile bağlı canım canana
ayrılamam ben o gül yüzlü yardan

engindir duyulmaz figanım sesim
açıktır o yare gönül kafesim
yaşarken aldığım havam nefesim
ayrılamam ben o gül yüzlü yardan

akar su ateşim yanar su
...
ayırsın feleğin gücü yeterse
ayrılamam ben o gül yüzlü yardan


******

halaylarla bitiriyoruz...(muş bakalım)


giden ay tutulur mu
esmem nenni nenni yar yosmam nenni nenni yar
geceler hep uzun mu
esmem..
yalınız yatılır mı.
esmem..


ördeği ipek ilen bağlamışlar
yedi gün yedi gece ağlamışlar
hancılar hamamcılar neyleyim aman?
el attım küçük kızın sinesine
küçük kız gitti dedi nenesine
hancılar...


erzurumun dağında ağam yar paşam yar
güller açar bağında ağam yar paşam yar
öyle bir yar sevmişem ağam yar paşam yar
onüç ondört çağında ağam yar paşam yar



..
..
mendilim dolu yemiş
çiçek ilen ..
gönderdim yar yememiş
ezilim büzülem .. yar
kendisin...
bir kuş bulem koynuna süzülem yar
indim kuyu dibine ezilim büzülim..
baktım suyun rengine
çiçek olan yoluna dizilem yar
halam kız beslemiş..
vermiyolar sevdiğim yar...


Dağdan indim düze..
Nazan? oldum göze...
...

... yok artık yetişemiyom oğlana. ne biçim okuyo....


Not: Bilmeyenler için, bu türkülerin sözleri aranırsa bulunabilir tahminen, derdim o değil. Keyfim yerine, eğer kendim duyarken yazarsam geliyor.

... len mustafaya bak, iyice hızlandı, bi kelime anlıyosam...

ulen nasıl ayıp halay havalarımız var, demin yanlış anlamadı isem, "kız fistanın yırtılmış" dedi "tombul memeleri elletin" felan da dedi. cık cık cık. çok ayıp :D


4 Şubat 2007 Pazar

H. Çağlar Bilir


ÖNNOT: Dolphinblue beni sobelemiş. Bu yeni sobeleme dalgasına mimleme denmiş. Yani mimlendik. Soru yok, konu diğer blog'lardan da takip ettiğim kadarıyla kendimiz hakkında bilinmeyen 5 şeyi açık etmek aslında. Tabi mimleme kulaktan kulağa ilerlerken biraz değişiyor. Mesela bana elim sende diyen dolphin'in yazısı kendi özyaşam öyküsünden bir parça olmuş. Ben de bundan biraz esinlenerek, günlük tutmaya ilk başladığım zamanlarda başladığım, çok uzun süre taslak olarak kalan, bir türlü tamamlamadığım, artık tamamlayasım da gelmeyen bir yarım yazıyı arşivden çıkardım. Buyrun alttadır. İçinde hakkımda bazı bilinmeyenler olduğunu sanıyorum. Böylelikle oyunu da bozmamış olurum diye düşündüm.
-Yazıyı olduğu gibi koyuyorum, karışık kuruşuk yerleri olabilir, kusura bakmayın. Sondaki başlıklar da yazılsa idi nasıl devam edecekti diye notlar...




Hüsnü Çağlar Bilir; Antalya'lı, Ankara'da çalışan, yüksek lisans eğitimine devam eden, mühendis, bekar bir insan evladıdır.

Annesi, babası, bir adet erkek kardeşi vardır, hayattadırlar. Ailede, sadece bir büyükbaba eksiği vardır, kendisi çağlar gelmeden önce gitmiş; adını, bir de çağlar'ın babasının karakalem ile rötuşladığı bir adet fotoğrafını yadigar bırakmıştır. Onun, onun kardeşinin yoklukları çok ayrı bir trajik hikayedir.

Konu olan kişimiz 15.11.1978 günü -sanırım- saat 22:30 civarında Antalya Doğum Evinde dünyaya gelmiştir, o doğumevi ise yıllar sonra dünyadan ayrılmıştır. Beyefendinin doğum kilosunun 4,5 ile 4,7 arasında birşey olduğu, doğuran tarafından belirtilmiştir (Evet, bakma öyle, bildiğin dört buçuk kilo).  Sorumlu kadın doğum uzmanı doktor hanım "Örtün bu çocuğun üstünü, nazar değecek, baksana 6 aylık çocuk gibi" demiş, alanının bilimsel yaklaşımında yeni bir fraksiyon açmıştır.

Anne ve baba şehir dışında devletlerine 657 kodlu hizmetlerini ifa ederlerken bu beyefendi anneannesinin sıcak şefkati ile büyümüştür. Şefkat gerçekten sıcaktır, gerekçesi de bizim adamın ailenin aynı zamanda ilk torunu olmasından geldiği de sözkonusu anneannenin ağzından defalarca duyulmuştur. Bu sıcak ortamın bir yan etkisi olacak; 4,5 yaş civarında ürinal sistemde aşırı buharlaşma :) sebepli bir tıkanma yaşanmış, ustaların "meme yapmıştır, TÖRPÜLEYİN geçer" önerilerine doğal olarak kesinlikle iştirak edilmeyip usul usul usturanın altına bir Acil  ortamında yatılmıştır. Bu vakanın lansmanı daha sonra medyaya 'şanlı erkekliğe ilk adım' olarak yapılmış, en unutulmayanı büyük amcadan gelen kol saati olan muhtelif hediyeler kapılmıştır.

O vakit 5 sene olan Devrim İlkokulu'na kaydolunmuş, 1,5 sene sonra bir sınıf arkadaşı ile birlikte Mustafa Adıyaman İlkokulu'na taşınılmıştır.[1] Bu okuldaki numara 292, öğretmenin adı Ayşe'dir. Vefa beyimiz için bozacılıktan bir kez çıkmış, öğretmen, evinde yıllar sonra bir kez ziyaret edilmiştir. Aşık olunan yan sınıftaki Hilal de akılda kalmış ama kızcağızın bundan haberi bile olmamış, izi kaybedilip ziyaret edilememiştir. Ayrıca Himmet, Elvis, Ender ve benzer isimler de akılda kalmış ama gerisi gelmemiştir. Ah ulan çocuklar...

O vakitler anadolu liseleri ilkokuldan sonra başlanan 7 senelik canavarlarmış. Bir şekil Antalya Anadolu Lisesi'ne girilmiştir.[2] Bu noktada okul anlatmak lazım ama gerek görmüyorum. Ukala bir zengin züppeden dayak yediğimi, öğretmenin bunu görüp beyefendiyi benzettiğini, öğretmenin birinden azar işittiğimi, köpek yerine konduğumu, çok sıkı arkadaşlıklar kuramadığımı, iyi ingilizce öğretildiğini, okulun çok ilginç bir sosyal yapısı olduğunu ve benim buna hiç uyamadığımı hatırlıyor/çıkarsıyorum. Okul bittiğinde de herşey bitmişti benim için. 

---yok havam yerinde değilken yazmamak lazım---


doğum tarihi, kilosu, söylenenler
antalya okullar, yaşananlar
ankara okullar
ankara barınma
antalya köy
tatiller/geziler
antalya iş
ankara iş/yarı zamanlı/vb.
arkadaşlar
kadınlar
politik görüş
hayat algısı
hayat amacı/hedefi
doğumlar
ölümler
izlenenler
dinlenenler
gündelik hayat
aktiviteler, yaptığım sporlar
hobiler geçmiş ve halihazırda
sürekli yaptıklarım berber, güveç
yalınayak çağlar lisede antalyada

  1. Mustafa Adıyaman İlköğretim Okulu http://www.madiyaman.com/
  2. Antalya Anadolu Lisesi http://www.aal.k12.tr/



SONNOT: Yazı böyle birşey. Umarım görevi ifa edebilmişimdir. Şimdi zor tarafına geldik. Kimi sobeleyecez. Dolphin zülü düşündüm ama kabul etmez demiş. Ben bir şansımı deneyeyim diyorum. Bi züleyla'yı bi de neşe'yi sobelesem... Evet iyi fikir. Mimledim gitti. Gidip bi haber vereyim...

SONNOT2: Yazının devamı mı, hiç sanmıyorum...




2 Şubat 2007 Cuma

Nasıl Büyürüz


Ya da daha doğrusu bizi ne büyütür. Neler olgunlaştırır.
Öylece geliverdi.. Bakalım cevap cümleleri de çıkabilecek mi.

Bi kere bizi yaşam büyütür. Yaşadıklarımız yani. Rafine bir ortamda kaldıkça, kendimizi dışarıdan sakındıkça, ya da birileri üzerimize titredikçe çelimsiz kalırız. Yaşadıkça ve hayatta kaldıkça, gözü budaktan sakınmadıkça, soğukta titredikçe ısınırız, büyürüz. Hani bi ara demiştik ya keskinleşiriz, sivriliriz diye... Belki büyümek odur. Sertleşmek, odunsulaşmak -yanlış anlaşılmasın nasırları çoğalmaktan bahsediyorum- çocukluğumuzdan uzaklaşmaktır.

Bizi tekrar büyütür. Tekrar ettikçe cesurlaşırız. Bilgi biriktiririz, öğreniriz. Pratiği avuçlamak. Okul bilgisini yadsımıyorum ama uygulamanın, ortaya gerçekten koymanın sihirini de kimse reddetmez sanıyorum. Dolayısı ile denemeliyiz diyorum.

Diğer seçimlik fikirler:

a) Hiç büyümeyelim:
Yok öyle birşey. Ya da sadece küçük kalamıyoruz, küçük hissettiğimiz zamanlarımız var ama çoğunlukla, ister istemez büyüyoruz. İçimizdeki çocuk kavramı da değil bu. İnanmayan Cüceloğlu'na sorabilir.

b) Yuh eşşek kadar oldun daha büyüyecen mi:
Ölene kadar yaşayacağız ve tekrar edeceğiz Öyleyse ölene kadar büyüyeceğiz.
(Nasıl espriyi savuşturdum ama, harbi süper olabilirim sanırım ben, biraz daha uçmayı deneyeyim :)


1 Şubat 2007 Perşembe

Gözüme, kulağıma dokunanlar

İş yapan bir adam müşterisine kötü davranıyor, istediğini yapmıyor, uzlaşmacı olmuyor. Ortamın gerilmesinde pay sahibi oluyor. Hasbelkader müşteri o adamın patronunun arkadaşı çıkıyor, bu iş yapan arkadaşımız bir anda -tabiri mazur görün- süt dökmüş kediye dönüyor, kibarlaşıyor, sessizleşiyor.
Aynı müşteriye iş yapan başka bir adama telefon geliyor, müşterinün tanık olduğu bu telefon görüşmesi sonrası iş yapan adamın yorumu: "bakım anlaşmaları olmayınca nasıl da kibarlaşıyorlar"

E ne oldu şimdi. Özetle ahmet, mehmet yok, insan davranışı var.