30 Ağustos 2007 Perşembe

Tarafların statü farklarının iletişimin sağlığına etkileri


İletişim sınıfına başlarken kafamızda bir plan vardı ve ona ulaştık bizce(dil çıkararak gülen surat, temel konunun tamamlandığı yerdir ve ilgili suratı aşağıdaki yazılardan birinde bulabilirsiniz). Ama bu konuyu yazarken farklı dallara da daldık ve biraz açıldık. Açıldıkça konu bulanıklaştı ve toparlayamadık. Şu ana kadar yazdıklarımız, sağ yandan iletişim sınıfı bağından da okunabilmekle birlikte eskiden yeniye okunması gerektiği için şuraya düzgün sıra ile linklerini alalım bari.

İletişime Giriyoruz

İletişimde dil - (Hırs yaptım)

İletişimde dil - 2

İletişimde dil - dolaylı yol

düdük

Ne demek istiyoruz

Niye Dedi

Aracın mesul olması yanılsaması

Tanımak, tanışmak Anlamak, algılamak


Dolayısı ile de iletişim ile ilgili kafamıza birşey takılır ya da aklımıza birşey gelirse yazalım der hale geldik. İşte bugün yine etrafta gördüğümüz kıymıklardan birinin aklımıza battığının ilan günüdür. Buyrun:


Taraflar arasındaki iletişimin sağlıksızlığı ve bunun sebepleri ile ilgili biraz kelam etmişiz gördüğünüz üzere. Yine bunlardan biri de tarafların birbirlerine göre durumları olarak karşımıza çıktı. Farklılıklardan bahsedeceğiz ama bu farklılıkların birçok boyutu olabilir. Mesela bir taraf Arapça bir taraf Fransızca dil kullanıyor olabilir. Bizim derdimiz bu değil. Şimdi düşünün, bir fikir savunucusunun karşısındakine "sen benim okuduğum okulları okumadın ki, anlayamazsın beni, senin fikirlerin benimkiler karşısında gereksiz" dediğini. Yani iletişimi daha baştan imkansız hale getirdiğini. Koyduğu ön koşullar ile aslında hiç başlamasına imkan vermediğini. Bu şekilde oluşturulan yapay mevki farkı ile aslında iletişimi bir güç mücadelesi haline getirip ve dahi onu da kendi kurallarıyla oynanan bir savaş olarak kurgulayıp kuşkusuz galip olarak kendini ilan ettiğini görelim ilk tarafın. Bu en azından açık bir ezme girişimidir. Tabii bunun aleni olmasını takdir edecek değiliz ama şimdi de bu mizansenin benzerinin -mesela- kurumsal hiyerarşi(sıradüzen/silsile) kurulmuş bir ortamda üst kademe ile alt kademenin iletişmeye çalışmaları sırasında yaşandığını düşünelim.

- Şimdi bu tepe var ya, bu tepeyi ben yaptım. Bu tepenin neresinde ne yol var ben bilirim. Hangi yoldan çıkılıp inileceğini, hangi yoldan saldırılacağını ben söyleyeceğim.
- Ama efendim kamyonların tekerlekleri...
- Höött, sus. Benim dediğim şekilde olacak.

Komik olan şudur ki günümüzde artık en basitinden en karmaşığına her türlü silsile(inanmayan devletlere, ve hatta dünyanın kendisine bakabilir) demokratiklik donunu üstüne geçirmiş. Biz bu dona dengeli iletişim diye yorum katsak mesela şimdi, demokrasinin esamesi okundu mu, yok.

Yani özetle; bir ast bir üstle konuşurken ast-üst ilişkisi varolduğu için herkes en açık haliyle konuşamaz. İletişimde denge olmaz, açıklık olmaz. Sağlıklı letişim isteyen, üstünde tek don olmasının makbul olduğunu bilerek üst olma donunu çıkaracaktır. Ancak o zaman demokrasi donu yakışır. İletişim sağlıklılaşır. Zaten üstün üstlüğünden sıyrılabildiği durumda astın altlıktan kurtulması teferruat kalır, basitleşir, kolaylaşır.


29 Ağustos 2007 Çarşamba

Statü, durum, pozisyon, mevki


statü
isim Fransızca statut

1 .     Bir kimsenin, bir kurum veya bir toplum içindeki durumu.
2 .     Kadro bakımından bağlı olduğu durum, pozisyon:
       "Kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri siyasi partilere giremezler."- Anayasa.
3 .     Tüzük.
4 .     Heykel:
       "Köyün evlerinin toprağından yapılmış, canlı, ilkel bir statü düşündüm."- H. E. Adıvar.


durum
isim

1 .     Bir şeyin içinde bulunduğu koşulların hepsi, vaziyet, hâl, keyfiyet, mevki, pozisyon:
       "Genel Sekreter, kazadaki sıtma durumu hakkında verdiğim uzun tafsilattan pek memnun kaldı."- R. N. Güntekin.
2 .     Duruş biçimi, konum.
3 .     Bireyin toplum içindeki ilişkileriyle belirlenen yeri.
4 .    dil bilgisi  Ad soyundan kelimelerin birbirleriyle edatlarla ve fiillerle ilişkilerini belirleyen biçim, hâl:
       "Yalın durum. Belirtme durumu. Kalma durumu."- .


pozisyon
isim Fransızca position

1 .     Bir şeyin, bir kimsenin bir yerde bulunuş durumu, konum.
2 .   mecaz  Bir kimsenin toplumsal durumu.


mevki
isim (mevki:si) Arapça mev®i¤

1 .     Yer, mahal:
       "Gelibolu civarında Akbaş mevkisinde bir cephane deposu vardı."- Atatürk.
2 .     Makam:
       "... senelerce devletin yüksek mevkilerinde bulundu."- Y. K. Karaosmanoğlu.
3 .     Bazı ulaşım araçlarında yolculara veya tiyatro, sinema vb. yerlerde seyircilere sağlanan konfora ve bilet ücretlerine göre düzenlenmiş yer:
       "İkinci mevki sıralar oldukça dolmuş, localardan ise ancak bir ikisi tutulmuş."- M. Ş. Esendal.
4 .     Durum:
       "Hey Allah'ım ben ne müşkülatlı bir mevkide kalmışım şimdi."- O. C. Kaygılı.


Not: Tanımlar www.tdk.gov.tr sitesindeki Güncel Türkçe Sözlük'ten.

23 Ağustos 2007 Perşembe

Çukur


Sahildesiniz, kumsal. Konyaaltı plajı olmaz mesela, orası çakıl. Olmaz, ellerinizi acıtır.

Yüzdükten sonraki o yorgunluğu yarım saatlik kestirme ile üzerinizden attınız, yana dönüp biraz doğruldunuz. Dirsek yerde, başınızı elinizle desteklediniz. İlginç, kimse yok bu açıda. Zaten siz sahil azgını da değilsiniz. Bir an daldınız ve bekleyen işlere, bekleyen hayatlara gitti aklınız. Ama hemen kendinize geliniz, tatildesiniz siz.

Tilkiler uçuştular ve başınızı biraz öne eğdiler ağırlıklarıyla. Vücudunuz ve kolunuzun arasındaki kumlara bakıyorsunuz. Evet kilolar alınmış. Baş eğilince gıdı sıkıştı boyuna. Neyse, bunu da dönünce düşünürsünüz.


Eh sol el ve kol boşta, eşeleyin kumu. Evet sıcak. Bir avuç al, hop kenara. İt, it. Hımm, geri geliyor ama. Biraz daha ileri itersiniz. On santim kadar indiniz aşağıya, kuru hala. Ama sağ kol uyuştu. Hop çevik bir hareketle hafriyat çalışmanızın üzerinden atladınız... ve hesap etmediniz işte.. Kilo dedik, göbek dedik. Hahayt, taşınan kumların birazı geri döküldü. Bu işe biraz daha profesyonel yaklaşmak lazım, anlaşıldı. Oturdunuz. Artık iki el de kazma çalışmasında dozerlik yapabilir. Ooo ıslak, en azından bu iş tekdüze ilerlemeyecek.

Aşağıdan aall, kenara çeekk. All, çekk. Bi dakka ama gelen kum siz ile amacınız arasına yığılıyor. Yetişemez oldunuz. Demek ki ikincil taşımalar yapılmalı. Çıkardığımız kumu uzaklaştırma işi... Kafanızı kaldırdınız. Size gülümseyerek bakan bir ikinci yüklenici. Sessiz bir anlaşma ile iki kişi oldunuz. Bu iyi.

Esen melteme rağmen terlediğinizin farkında mısınız.

Eğer amaç derinlikse doğrudan o amaca ulaşmak şu örnekte kıçınız yukarıda başınız aşağıda olduğu için burnunun dikine gitmekten ileri gitmeyecek, bunun da farkındasınız. Yan hedefleriniz olmalı, tali hedefler, destek amaçlar yani. Nasıl köken sebep çözümlemesi diye bir kavram varsa destek hedefler bütünleştirmesi diye bir kavramı da şimdi siz ürettiniz. Belki ilkini de yumurtlamış olabilirsiniz, ama şu sahilde bu o kadar önemli değil, di mi ama. Özetle derine inmek istiyorsanız yanlara da genişlemeniz lazım. Kullandığınız malzemenin akışkanlığı ile ilgili bir konu bu. Ooo siz de ilerlettiniz bu işleri, etraftan büyük taşlar bulundu, yan duvar güçlendirmeleri falan, güzel. Sizin arkadaş girebiliyor artık sizin çalışmaya, düşünün. Bir metreden derin oldu farkında mısınız.  Aha,  taş.  Evet dipte taşlar var. Demek ki hep  kum gitmeyecekti bu çalışma.  E değişiklik oldu fena mı. 

Çık çık çukurdan çık.

Yaptığınız işe şöyle bir bakınız, tahminen bir birbuçuk metre kadar bir çukuru kumda kimse kazmamıştır elleriyle, değil mi. Tahminsiz ve tarifsiz bir şaşkınlık var üzerinizde itiraf edin. Şaşkınlık evet, biz bu haltı niye yedik şaşkınlığı. İhtiyaca bina edilmemiş amaçların sonucuna bir örnek sadece bu çukur. Biz şu hakça olmayan amaçlara delikanlı olmayan amaçlar diyelim. Ya da buna o, önemli değil. Yaptığınız plajın dengesini bozmaktan başka bir işe yaramadı aslında. Şöyle uzaktan bir baksak, denizin dalgasının yaptığı şekil çok daha hoş görüntü oluşturmuyor mu kumda. Niye bozdunuz ki. Geri kapatmayıp öylece bıraksanız bile yarına, olmadı gelecek yaza orası tekrar dümdüz olacak, bunun da farkındasınız. Ama çıkardığınız taşların geri yerlerine konmaları nasıl mümkün olacak bilemiyorsunuz. Oldukları yerde uslu uslu ışıyan taşları çıkarıp bir de hepsini bir yere toplamak, doğalarına müdahale edip heyecanlandırmak, olduklarından hızlı tüketmek onları, bunu yaparken bir bölgenin -mesela- tüm çaylarını tehlikeye atmak, bunu da normalde meltemde durarak serinleyebilen bir şehrin tüm binalarını ve caddelerini o meltemi almayacak şekilde tasarlayamadıktan sonra o binaların hepsine konulacak soğutuculara harcanacak elektrik üretimi kaygısı gütmek...

Bu mu binlerce yıllık insanlık tarihinden damıtılarak gelen bilimsel düşüncenin hayata uygulanmış hali. E o zaman niye şu tek dişli olduğu iddia edilen canavarın kıçımı kemirdiği gibi bir hisse kapılmaktayım ben.

Öeaahh. Çıkarın beni burdaaann!!!


Not1: Biliyorum karışık oldu ama sanat sanat için halka sunuluyor ya da halk için sanata sığınılıyor.
Not2: Konunun birazı mizansen, çoğu ise -sanırım- 2002 yılı yazında şahsım ve Gökhan tarafından uygulandı.
Not2: Köken sebep çözümlemesi, root cause analysis değil mi yahu. Yoksa biri beni çok pis yiyo mu.



21 Ağustos 2007 Salı

Göğüs mü, kalça mı


Hadi bakalım, delikanlı olan itiraf etsin, hangisi.
Göğüs mü, kalça mı.

Bazılarımız göğüs tercih ediyordur, bazılarımızsa kalça. Konuyu açmak için ben başlayayım mesela. Ben göğüs isteklisiyim. Nasıl desem, tüm dünyada kalça göğüse göre biraz daha toplu. Yani lütfen yanlış anlaşılmak istemem, kiloların sebebi göğüsten çok kalça değil mi. Kibar olmaya çalışıyorum ama hanımlar da böyle düşünmüyor mu.

Niye böyle bir seçim yapayım ki diyenler olabilir aramızda, onları boşverin. Ağızlarının tadını bilmiyor onlar. Olsa yemem yanında yatarım diye demogoji yapmak isteyenler de olabilir, lütfen yorumlarda kalsın bu duygu sömürüsü.

Bakın tahminen bir de bilinçli kesim çıkacaktır, bu küresel dünyada eskiye rağbet gösterenler. Onların argümanı da gideceksin köyden alacaksın, şehir yerinde hayatın tadı tuzu olmuyor, içi dışı bir olmuyor şeklinde olacak muhtemelen. Bit pazarına nur yağıyor mu, yağmıyor. E o zaman malesef şehirliye talim edeceğiz diye bir cevap vermek isterim.

Neyse ben çok sizin yerinize konuştum, buyrun fikirlerinizi alalım.

En son tercihimi yineleyerek konuyu kapatayım. Aşağıda gördüğünüz gibi, göğüs...




Not: Hindi göğüs ikiyüz gram kadar. Bir çorba kaşığı fındık-zeytin yağı karışımı. Karabiber, tuz, pul ve toz kırmızı biber, köri, iki çeşit kekik, domates. Yanında yoğurt ve ekmek.


18 Ağustos 2007 Cumartesi

Aile babası


Biliyorsunuz uzun bir süredir bir aile babasıyım. Şuralarda bir yerde bunun haberini vermiştim. O mutlu birlikteliğin sonucunda iki adet yavrumuz oldu. Sonra bana yapılan uyarılarda dendiği gibi bir yeni gunnama faaliyeti ile iki yeni yavrumuz daha oldu. Ben hala o balkonu sahiplenemedim. İşin daha da ilginci bulunduğum yedinci kat çağlar cephe'de güvercin popülasyonu arttı. Burayı doğal bir fauna ilan ettiler sanırım. Ya da işgal ediliyorum haberim yok.

Ha biliyorsunuz Ankara'da havalar da sıcak. E haliyle ben kapıyı bacayı açıyorum. Mutfak penceresi, arka oda penceresi derken aradığım şey ufak bir esinti sadece. Ama bunun da yan etkileri var normal olarak. Dışarıya tam açıklık ve belki hatta şeffaflık, hatta abartırsanız glasnost ve prestroyka hali olunca davetli davetsiz misafirler artıyor.

Bugün yine salonda yayılırken bir ses duydum mutfak cenahından ve aynen çaktım köfteyi. Sizinkilerden biri tahminen içeri girdi. Bu zavallıyı korkutmamak için yerimden kalktım ve daha koridorda iken, mutfağa girmeden ve dahi görünmeden bir kez ellerimi çırptım. Sevinçten çırpılmak zorunda değil ya eller di mi ama.  amacım ben buradayım, bura benim anlamına gelecek bir ses çıkarmaktı. Osursak kokar, bağırsak kaba kaçar. E ben de madem iki elim var(atasözümüze selam) ses çıkarayım dedim.

Kuşları bilirsiniz, beyinleri ile anılmanın yanında yüreklerinin hızlı çarpışı ile, yani ürkeklikleri ile de ünlüdürler.(Ara not: Kuşların nabızlarının genelde kaç attığını, vücut ısılarının normalde kaç olduğunu bilmiyorsanız bir araştırın bakın. İnanamayacaksınız. O nedenle hem su verin, hem de korkutmayın onları)

Ellerimi bir kez çırpınca korktuğum başıma geldi ve bu kadarı bile zavallıya yetti, çıldırdı. Korktu ve girdiği açık pencere yerine cama çarptı. Düştü. Sakinledi. Ben bir adım daha ilerledim ve ne olduğunu gördüm. Aynı hani sinekler yapar ya, girer ama girdiği yeri unutur, bilemez. İçerisi de ona göre değildir. İlk gördüğü dışarı görüntüsüne bodoslama gider. Çat. Sonra çat çat çat. Eğer sadece kızıp onu orada ezmezseniz düşünürsünüz, bunu neden yapıyor diye. Aptal şey diye düşünme evresini geçtiğinizde farkedersiniz ki, sizin o gelişmiş dünyanızın arkasını gösteren ama geçirmeyen cam adlı nesnenizin kurbanıdır o. Ne bilsin hayvan, ya görüyor, ya ışığı algılıyor, ya ısıyı. Bir şekilde aradığı yerin orası olduğunu sanmakta. Ama bu sizin pencere o algıladığı örüntülerin tamamını içeri geçiriyor, bir tek o sineği geçirmiyor. Elinizdeki o gazete parçası ile pat diye ezmek yerine belki yolu gösterseniz kibarca daha estetik olur yaptığınız. Hem o kadar konuşmuştuk önceden, güçlünün tevazu sahibi olması gibi güzel bir erdemden bahsediyoruz, di mi ama.

Neyse bizimki beni gördü ve ikinci denemesinde de çarptıktan sonra çekirge gibi üçüncüde buldu doğru yolu. Oh.

Len rüzgar, çekip toplama şu perdeyi işte. Perde açık camın önünde iken korkup girmiyorlar. Açma.

Görsel malzeme pek kullanmayacağız dedik ama duramadım, altta o benim çocuklardan ikisinin bu sefer salon penceresini sahiplenme çalışmasından bir sahne görüyorsunuz. Artık her ne yapıyorlardı da yakaladım bilmem. Gece iyi göremiyorlar. Ben perdenin arkasında, ceptel kamerası ile ellerim onlara yakın şekilde çektim. Dört kare (aslında dikdörtgen de, böyle alışmışız) çekmeme izin verdi haylazlar. Ama en neti bu.



Not: Kara sinek mi, yok artık. O kadar duracak değil ya, temizlik yaptım tabii ki.


14 Ağustos 2007 Salı

Hafriyat çalışmalı göz



Gün içinde gözlerinizle hangi uzaklıklara dokunduğunuzu bir farkeder misiniz lütfen kendiniz için. Mesela şu anda bu yazıyı okurken bir metreden daha kısa bir erimde gözleriniz. Tüm gün böyle. Belki odadaki arkadaşınıza baktınız, üç metre. Yemeğe inerken merdivenlere baktınız iki metre. Musluk, bir metre. Havlu birbuçuk. Araba kullandınız ya da durakta otobüs beklediniz, Yüz metre? beşyüz metre?

Peki bulutlar kaç metrede. Ya yıldızlar.

Dikkat; gençliğiniz ya da istikbalinizin mesafesini sormadım, onlar zor sorular.


Not Başlık yazının iki farklı konulu olacağı düşüncesi ile öyle atılmıştı. Ama şu yukarıdakilere baktım, yok ikinci konuyu ayrıca yazarız başka zaman. Şimdilik bunlar yeter.

10 Ağustos 2007 Cuma

Nedeni ne kadar biz

Eşitler arasında birinci,
yırtmak,
koparmak,
kopup gitmek
...

gibi başarı kavramları bizim yakınına bile uğrayamadıklarımızdan.

biz,
umutsuzlar,
unutulanlar,
kaybedenler,
kaybolanlar,

tutunamayanlar
...

arasında bile sıralamaya giremedik.

karıştık ama tat bile katamadık.
eridik ama renk bile veremedik.



8 Ağustos 2007 Çarşamba

Memleketten insan manzaraları, zavallı olanından


Cem Yılmaz'ın elektrondan koşarak kaçan temizlikçi Türk tiplemesinden sonra;

Yirmibirinci yüzyıl Türkiye Cumhuriyeti başkenti Ankara'sında...

Çağlar Bilir'in suya koşarak yetişen temizlik kaygılı Türk tiplemesi...

Gel vatandaş, biletler üçotuz paraya, tüm sokaklarda oynanan bir tragedya bu...

Aslı'nın bir önceki yazıdaki bela okuma dileklerine katılarak bitirelim bu kısa durum komedyasını.


5 Ağustos 2007 Pazar

Çorba gibi yemek yazısı ama çorba yok menüde


Ulen ne yazsam ne yazsam diye düşünüyordum, otobiyografi yazılarına bir adet daha eklesem mi diye baktım, eğer yazarsam aynı sonuncusu gibi güdük kalacakmış gibime geldi. Boşverdim.

Sonra benim geçen bi hafta izin yaptığım, seçimden sonra araba ile Antalya'ya indiğim, oradan büyükleri alıp babam köyüne gittiğim, bir hafta kafa dinlediğim aklıma geldi. Ve dahası orada küçük bir kağıda birkaç not aldığım bile anca şimdi aklıma geldi. Böylelikle yeni konu ortaya çıktı efendim, buyrun:

Köye gittik ama köyde bi tane bile foto çekmemişim iyi mi, ben de bu eksikliği gidermek için size köyümüzün (Gödene/Gökbel/Menteşbey) bağlı olduğu ilçe Akseki'den bir manzara göstereyim bari.(Tel sineklik gerisinden, korkmayın)



Köyde Filiz Aşı diye bir yemek duydum, anlattırdım, şimdi buraya alalım tarifini. Malzeme olarak bir baş yemeklik kuru soğan, bir su bardağı kadar kırık bulgur, az biraz kuşbaşı kavurma et, üç yemek kaşığı kadar tahin, salça veya domates(veya domates kısmı Güveç lokantası için, çünkü onlara önereceğim bu yemeği ve onlar genelde salça kullanmazlar), bir dolu avuç filiz.

Filiz ne la diyenler için açıklama gerekecek biliyorum. Filiz bizim oralarda iyice körpe taze asma yaprağının kurutulup ovulmuşuna denirmiş. Olmadı tazesi yırtılarak parçalanarak kullanılabilirmiş.

Yapımı ise çok basit: Soğanı kavur; salçayı öldür; filiz at, pişir; üstüne sıcak su sal; bulgur at, şişir; kavrulmuş kuşbaşıyı da at; kıvamlanınca tahini kestirmeden azar azar sal. Bitti.

Kestirmeden ne mi demek, okumuyosun di mi birader sen benim yazıları, Piyaz yazısında anlatmadık mı, tahin kesilebilir diye, kesilmemesine dikkat ederek azar azar kullan diyorum.

Neyse.. Ben bu yemeğin bir benzerini yırtma ismi ile Güveç'te yemiştim ama o taze asma ile yapılıyordu ve sanırım onun içinde tahin yoktu, bakalım Erol abi ile Nurcan hanım bunu beğenip uygularlar mı..

Ya gelmişken alakasız olacak ama güveç'te yediğim bi masa görüntüsü de koyalım, tam olsun.



Benim için çok büyük olaydır bamya yemek... Yanında da hoşaf ve alatlı pilavı var sanırım.

Köyde başka ne notlar aldın derseniz, bir de eşki tarana ( Ekşi tarhana ) notu aldım. Onu anlatayım. Daha önce anlatmıştım ama bunu di mi. Olsun, canım istedi bir daha yazayım:
 
Öncelikle ekşi tarhananın kendisinin nasıl yapıldığını anlatalım.
Yabani erik kaynatılacak, çekirdek ve kabuğu ayrılacak. Pilavlık çekilmiş yarma buğday ile yoğrulacak. Biraz bekletilecek ve bu lapa tekerlek şeklinde parçalara ayrılarak kurutulacak. Bu tarhananın saklanması için. Tabi siz farklı şekil vererek de kurutabilirsiniz ama işte ne bileyim yıldız yaparsanız mesela uçları kırılabilir. Daireyi düşünün, evet evet hadi hep beraber düşünelim.. Doğruuu, dairenin herhangi bir köşesi yok evet, saklanırken sürtüp kırılacak yeri pek yok eveet :)

Bu yemeğin nasıl yapılacağına gelelim, bi kere buna tarhana dediğimize bakmayın, çorba değil, yemek oluyo bu.

Kemikli et, şeker pancarı, acı yeşil biber, karnı kara börülce, sarımsak, taze fasulye ve aklınıza ne gelirse sebze :)

Akşamdan tarhanayı bir taşım kaynat, kapat. Kuru börülceyi ıslattındı di mi, herşeyi ama herşeyi karıştır, uzun süre pişir(4 saat?) azaldıkça su ekle. Bu kadar.

Bunun ve filiz aşının fotosu yok, sadece anlatabiliyorum, kusura bakmayın. Ama eksiğimi gidereceğim, mesela köy dönüşü Özdoyum'u kapalı bulunca şehrin içinde Şişçi Ramazan'a gittik ve şu masayı hallettik diyebilirim.



Evet o ortadaki piyaz. Ve flu çıkmış, gözümün dönmüşlüğüne verin lütfen. Panoramada şiş köfte, köz biber soğan, dereotu, piyaz, domates, cimbiber, anne ve baba elleri var.

Bi de alakasız olacak ama canım istedi, uyuz istanbulun reklamı gibi görmezseniz bu hafta iş için yaptığım bir istanbul gezisinde çekilmiş, Moda üstünden Kalamış görüntüsü, akşam.



Bu çorba gibi yazı da burada biter.


2 Ağustos 2007 Perşembe

Ölü kara sineğin sırtüstü yolculuğu


Ben ölmeden önce diye başlayan şarkıyı hiç dinlememişti kahramanımız kara sinek. Zaten kara sineklerin oturup şarkı dinleyecek vakitleri hiç olmaz, hep aceleleri vardır. İlgi zatın hayatına dair tahminler etmekten öte pek malumatımız yok malesef. Şu an itibariyle önemli olan kanının son damlasına kadar ölü olması. Acaba ukala bir kara sinek miydi, bilmiyoruz. Ama inatçı olduğu kesin, elimizde bunun genetik bir özellik olduğunu iddia edecek kadar bol deney sonucu var.

Kara sineğin bir cinayete kurban gidip gitmediğini de kestiremiyoruz. Biz kestiremeyince başka kimse de herhangi bir şey kestirmemiş oluyor. Konuyu da kestirip atmak istemediğimizden hariçten yorum yapmaya devam etmek elimizdeki az sayıdaki kurşundan biri. Doğrudan darp görmüş olmasa da, tetiği çeken el belli olmasa da hayatın tamamen doğal akışında dönen çarkların arasında mı ezilip kaldı acaba. Tabii buradaki ezilmek mecazi bir fiil, zira kendisi çok yakışıklı bir ölü, formu hiç bozulmamış. Hem zaten canlıyı ölü haline sokacak birçok şey yok mu tamamen doğal olan, yani herhalde en az yaşatan şeyler kadar öldüren şeyler de vardır dopdoğal örtü içinde. Yani dememiz o ki doğallık hep de iyi birşey değildir. Hem öyle olsaydı ölüm de bazen iyi bazen kötü değerlendirilmezdi, değil mi.

Belki okura ilginç gelir diye belirtmeden geçemeyeceğiz, kahramanımız ölü iken hareket ediyor. Zaten etmeseydi nasıl başlıktaki yolculuğu yapabilirdi değil mi. Kendini şu anki haline bakarsak, tamamen hayatın akışına bırakmış gibi. Normalde sineklerin ne kadar süre içinde ecellerine kavuştuklarını bilen var mı aramızda acaba. Belki kardeş köylerden olan kelebekler kadar medyatik olsalardı bunları da bilebilirdik. Ama ne yazık ki fotojenik olmaları dolayısı ile flaşların önünde çok daha fazla yeralan kelebeklerimizin koskoca bir tam gün yaşadıklarını nerede ise hepimiz biliyorken, işi bu olanlarımız dışında -sanırız- hiçbirimiz sineklere dair böyle bir bilgiye sahip değiliz.

Burada şunu söylemeliyiz ki, ölü sineğimiz ölülük hayatına gerçekten uzun süredir devam etmekte şu anda bulunduğu yerde. Ölüm hayatına müdahale etse idik çoktan  memleketin az su ile zor ilerleyen kanalizasyon sisteminde yolculuk eder olacaktı. Ama ya şimdi... şimdi farkettim ki köşeyi dönmüş, yönünü çıkış kapısına çevirmiş.