31 Aralık 2008 Çarşamba

İnsani sorular

Acaba aramızda psikoloji okumuş olan var mıdır. Yoksa eğer, ben biraz sıkacağım izninizle.

Televizyondan öğrendiğim kısıtlı bilgime göre atların mesela eğitiminde, istendik davranış gösterdiklerinde ödül olarak kesme şeker veriliyor. Yunuslara balık, köpeğe sevgi verildiği gibi. Balinalara da balık veriyorlar, sadece biraz daha büyüğünü. Ayrıca yunuslar da sevgi gösterisinden memnun oluyorlarmış gibi bir hissiyatım da var, yok değil. Yani hayvanlarda gelişim sağlamak için, mesela daha düzgün yürümek için, daha hızlı yüzmek için, daha doğru kılavuzluk etmek için ödül veriliyor. Ceza da var biliyorsunuz, rulo yapılmış gazete ile burnuna burnuna vurmak gibi. Yani gelişimin ödül-ceza mekanizmasına dayandırıldığı bir eğitim süreci görüyoruz. Böyle olmadığına dair bilgisi olan varsa paylaşırsa sevinirim, buradaki saçma olması muhtemel hipotezimizi de açık havada çürümeye bırakırız. O vakte kadar, dediğim gibi olduğunu varsayarak devam edeceğim izninizle.

Burada şeker ve balık gibi fiziksel metalar ile sevgi gibi duygusal bir besini karşılaştırmayı hedeflemiyorum. Sadece hedef yanıltıyorum. Dikkatinizi başka yöne çekmeye çalışıyorum.

Asıl diyeceğim şu; insan yavrusu herhangi bir ödül ya da ceza beklentisi olmadan da öğrenme isteği duyuyor. Ödül ve ceza mekanizması işe yaramıyor demiyorum, onlar da kullanılıyor zaten, biliyoruz. Sadece demek istediğim şu ki, onlar olmasa da insan öğrenme, gelişme eğiliminde. İçinde hayatını idame ettirmesi için gereken susuzluk ve açlık gibi ihtiyaçların ötesinde şeyleri karşılama isteği var gömülü olarak. Bu beni çok şaşırtıyor. Yani insan doğrudan yaşamını devam ettirmesi için faydalı olmayan şeyleri öğrenme isteğine sahip. O nedenle kitap okuyoruz örneğin. Kadınları kandırmak, ikna etmek, etkilemek gibi bir ihtiyacın ötesinde -şimdi adını koyamadığım- gerekçelerle bin yıl önce yazılmış şiirler okuyor. "Benim gibi düşünüyor, benim hislerimi anlatabiliyor" demek için belki, kitaplar, roman serileri bitiriyor. Şu gerekçe mesela aradığım sebeplerden çok daha basit.

Neden gelişmek, ilerlemek, büyümek, öğrenmek ister insan. Nasıl bir açlıktır bu doyurulmaya çalışılan.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Çamaşırın kirliliği kanıksaması

ya da Donların kardeşliği

Sınıflandırmak, kategorilere ayırmak yani, acaba faydalı birşey midir. Farklılıkları ortaya çıkarmaktan bahsediyorum. Göze sokmaktan. İyi bir davranış mıdır. Getirisi nedir. Sivriltmek, keskinleştirmek işe yarar mı. Giresun ile Ordu'yu fındık bağlamında sınıflandırsak, Kilis ile Gemlik de anca zeytin tadında ayrılsa olmaz mı.

Peki öbür tarafta iki zeytinyağı çeşidini karıştırıp en makbulü diye verseler kızmaz mısınız.

Çamaşırları -başka hiç bir imkan olmadığı için- soğuk su doldurduğunuz beş kiloluk bir yoğurt kovasında yalapşap basaklayarak yıkar gibi yaptığınızda farkındasınızdır aslında sadece pisliği homojenize edip her tarafa eş yaydığınızın. Suya bakarken düşünürsünüz, kötüde ortaklık kurmak herhalde böyle birşey diye.

Ama işte şimdi yazarken farkedersiniz: Kötüde sivriltmek, parmakla gösterip ortaya çıkarmak; iyide de birlik olmak, kaynaşmak hemhal olmaktır doğru olan.
Evet öyledir.

18 Aralık 2008 Perşembe

Kulaktan klavyeye: Herşey çok güzel olacak

Bu ne biçim hikaye böyle

Hasta mısın nesin bana söyle

Gel gidelim güneylere

Yenilenip dinlenmeye

Deliyim ben aslında

Senin gibisin sevmekle,

Deli

Başarısız olduysan oldun

Yıkma kendini zaten yorgunsun

Ya bu deveyi güdersin

Ya bu diyardan gidersin

Ya vazgeçer unutursun

Ya da yolun açık olsun,

Hadi

Bu felek kimine kavun

Kimine kelek yedirdi

Sevinip de şımarınca

Sana derhal bildirdi,

Hadi

Nerde hani o canım gözler

Hani nerde verdiğin sözler

Boğuldum ben gözyaşına

Elimi tutan el nerde

Sorarım kendi kendime

Elimi tutan el nerde,

Hani


- Abi, böyle bişey var mı, benzin dökülüp adam yakılır mı, ya, yapmayın ya. Abi bak.

- Sen, sen insan değilsin biliyo musun. Sen insan suretinde bi hayvansın.

- Abi bak mevzuyu bilmiyosun, bi konuşma ya.


Not: "Herşey çok güzel olacak" isimli sinema filminin müziklerinden biri.

Şarkının ismi "Bu ne biçim hikaye böyle".

Sami Özer, Mazhar Alanson, Cem Yılmaz söylüyorlar.


17 Aralık 2008 Çarşamba

Şey'in çoğulu olarak Eşya

Dünyada acaba kaç tane lavabo vardır. Kaç çeşittirler Tarzları, şekilleri, duruşları nasıldır. Büyüğü var, genişi, küçüğü, ayaklısı, dolaplısı var. Evye diye isimlendirileni var içinde bulunduğu yapıya bağımlı olarak mesela. Kaç cinse, türe, sınıfa ayrılırlar ki. Bunu düşünüyorum. Bir de musluk düşünüyorum. Acaba o da kaç tanedir dünyada. Tekli, çoklu, aç'lı, kapa'lı musluk. İki suyu birleştiren batarya denileni, boyunlusu, uzayanı, sabiti ile onlar da çeşit çeşit. Yani görüyorsunuz ben aslında katalogda olan çeşitleri bile bilmiyorum, bildiğim çok oldukları.

Ama bildiğim birşey var ki genelde her lavaboya bir musluk düşer dünyamızda. Musluksuz lavabo ya da lavabosuz musluk pek olmaz. Özel amaçlı lavabo ya da musluk değilse. Yani ben şimdi böyle düşündüm. Çok yanlış değildir sanırım. Hem katılmasanız da dinlemem, burası benim. Demem o ki musluk ile lavaboyu birlikte düşünüyorum. Madem bu kadar çeşit çeşit lavabo ve musluk var nasıl oluyor da ben lavabonun önüne geçtiğimde hep güdük ağızlı musluklar denkgeliyor da elimi yıkayabilmek için böyle eğirip büğürüyorum ellerimi, lavabonun sırtına yapışmadan kısa musluğun ucundan çıkan suya ulaşmaya çalışıyorum. Niye yayla gibi lavabonun ortasına kadar uzanacak musluklar takmıyorlar.

Acaba uyumlu musluk ile lavaboların buluşup birleşememesi hayatın trajedilerinden biri midir. Nedendir.

7 Aralık 2008 Pazar

Maket

"Kaptan, o nasıl bir fırtına idi öyle. Bir filika kaybettik, kıç bumbası kırıldı ama denize düşmedi, ana yelken direğinde de hasar var. Şimdi oturup sakin kafa ile düşünüyorum da, bugüne kadar hatırladığım en inanılmaz boran ikibinüç baharındaki idi. Beraberdik di mi diye o zaman da. Dünyamız başımıza yıkılmıştı. Demirlibahçe'den Odtü'ye gidiyorduk ve Talatpaşa sularındayken içinde bulunduğumuz galaksi başka bir galaksiye arkadan bindirmişti de neye uğradığımızı şaşırmıştık. Bugünkü ise onu unutturdu resmen. Öleceğiz sandım. Battık, çıktık. Tekrar battık ve bir el, sanki Tanrının eli, bizi kurtardı bir anda. Çok hasar var ama toparlanırız değil mi.
Sahi, bir filika kaç can eder. Bir filika kaybı kaç canı kaybettirir.
Susayım ve sadece demirleri attırayım şu sehpadaki örtüye, değil mi. Tamam kaptan."

29 Kasım 2008 Cumartesi

Uzun yol yapmak


Bir yerden başka bir yere gidilir ve belki geri dönülür. Dönüp dönmemek ayrılınan yer ile eskiyen ilişkiye ve(ya) varılan nokta ile uyuşmaya bağlıdır herhalde biraz. Yolculuklar için plan yapmak iyidir, gerekir. Ama plan plan üstüne kurunca insan, kendine de kumpas kurmuş gibi hissetmeye başlayabilir, gereksiz. Plan derdine götü dümdüz etmenin de manası yok diyelim ama onun yanında boklu değneğin öbür ucu da sapının keyfine çıkıp dolanmak herhalde. Kontrolsüz güç güç değildir diyen reklama inat patinaj çekmeden plansız gezenlere mundar diyebilen bir kişiyim hapşurarak. Ayrıca şizofren olmadığımı da sanıyorum.

(Uyuz etme pahasına) Neyse...

Yoldan keyif alınabilir. Sırf yolun keyfi için yola çıkılabilir. Evet bunlar yapılabilir ve haklıdır da bunu beceren. Yol zaten kendini anlatır, akar gider. Bizim ayrıca cümle sermemize gerek yok.

Bu yazı ön tekerin ayrılınan yere döndüğünde gördükleri ile, vardığında farkettikleri ile ilgili olmak istedi başta ama bakalım nasıl olacak.

Dönüp gelen aslında herşey aynı şey olsun ister genelde. Kaçmadı ise giderken. Bunun beyhude bir istek olduğunu da bilir aslında ya, kendine tebligatlarını sürekli sümen altı eder insan. Zaten, zaten bildiklerimizi başkalarından duyduğumuzda vurucu olur. Bir tiyatro oyunudur bu. Oyuncu da seyirci de biz. Kendi kendimize tragedya(böyle mi deniyordu). Lan biliyorsun işte yediğin boku, daha ne.

Teller demiştik ya birkaç kez. Bir de ona bakalım. İnsan kendi midesini çevreleyen tel ağı birarada tutan ve gerekirse sıkıştıran o birkaç tel bağı tutup şöyle yukarı çekip boğazına dolayarak ensesinden çıkarıp beynine bağlayamaz. Yani aslında zaten böyle bağlıdır da kendi ellerini sokup bu birkaç teli geremez. Onu karşındakinin yapmasına muhtaçsın. Öyle bir çeker ki karşındaki, zıınn edersin bir anda tüm vücudunla ve ruhunla. Ha tabi metal yorgunluğu diye birşey de var. Çat, gidebilir de. Biz edebiyat bilmiyoruz yumru falan diyemiyoruz. Mühendisiz ya tel mel işte. Anla sen.

Evet kabul, aslında herşey başka birşeydir. Ya da başka birşey olur. Zaman geçer de geçirir de. Akar. Aramanın manası yok geçmiş olanı, geçirilmiş olanı.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Durdurun beynimi, inecek var

*
Uçuşa geçiyoruz, emniyet kemerlerinizi bağlayın ama bana tutunmayın çünkü benim ne yapacağım belli değil.
Tutunmak kavramını daha önce Aidiyet, Kader ve Köksüzler yazısında irdelemiştik. Acaba tutunma işi böyle etken, aktif birşey olmamalı mı. İnsan tutunma için uğraşmalı mı uğraşmamalı mı bilemedim. Aslında kök salmak, ayakta durmak, kendi ağırlığı olması falan gibi. İnsanın elleri ile toprağa tutunduğunu düşünsenize. Ellerini kuma soktuğunu. Abuk bir pozisyon. Sanki tam kafanı kuma gömecekmişsin gibi. Hatta insanın kıçı açıkta kalıyor gibi görünüyor bu pozisyonda. Çınar olabilir. Söğüt de güzel isim. Ama ben bunların hiçbirini tanıyamıyorum. Kavak değil ama.
İnsan tutunacak birşeyler aramalı mı aramamalı mı, temel sıkıntı buydu başlarken.
Gün içinde gördüklerimizden anlamlar çıkarıyoruz. Yaşanan herhangi küçük bir şeyden insan anlam çıkarıyor. Genelde yaptığımız bu bizim. Radyoda yine I wanna be your woman çaldı. Ona baktık, onu dinledik.
Kıymık diyoruz falan. Görüp farkedip aktif bir şekilde tutunacak şeyler arıyoruz. Bilmiyorum, yanlış gibi gelmeye başladı. Oluvermeli, olduğu gibi olmalı, uğraşmamalıyız.
Tam olarak böyle. Etrafta birşeyler araştırmak, anlam aramak.. Hep kullandığımız deyim var ya,  kafası koparılmış tavuk örneği tam burada anlam buluyor.

Bazı erkek hurdalıktan hiç işine yaramayacak birşey aldığı zaman kendi kendine çocukça mutlu olur. Küçük mutluluklar.

Sabah uyanıp da cep telefonunun şarjının hala bitmemiş olduğuna sevinivermek mesela. Bu iyi mi, kötü mü.
Gelmemiş mesajlara, alınmamış çağrılara üzülmek mi, şarja sevinmek mi.
Uçuş burada bitti şimdilik.

*
Nevizadedeki değil, Asmalı mescitteki boncuk lokantası.

*
Çenemi kaşıyorum çenem kan
Gözlüğümü düzeltiyorum sapları kan
Bakıyorum, gözlerim kan
Gözümü kan bürümüş
Ekrana bakıyorum görüntü kan
Sayfalara bakıyorum kağıtlar kan
Kalemi tutuyorum kan, yazıyor kan
Ağzım kan dolmuş, dilimden kan akıyor
Ellerime bakıyorum en sonunda, kan
Kurcalıyorum karnını, kan
Paçalarıma kadar kan
Simsiyah üstüm kan, bembeyaz üstü kan
Yırtıyorum karnını, arıyorum. Bulamıyorum
Kara katil, beyaz kan.

26 Ekim 2008 Pazar

Ruh Çağırma Seansı

Birinci seans:
(Ayağınız alışsın diye)

"Yaşadıklarım dünde kaldı" dememi engelleyen şeylerden biri vücudum. Fiziksel aktivitenin sonuçlarını ilerleyen zamanlarda hatırlatıyor sürekli.
Peki fiziğin yanında ruhta da mı iz kalıyor acaba.

İkinci seans:
(Paralı)

İnsanın neresi acırsa canı orada. Bacağı kırılır orası ağrır, tırnağı kırılır tırnağı ağrır.
Kalbi kırılır, kalbi ağrır.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Gözyaşı

İnsanoğlu doğarken belli bir hacimde gözyaşına mı sahiptir acaba. Tüm hayatı boyunca toplamda bu kadar mı harcayabilecektir. (Bu böyle değildir diyor içimdeki gerçekci odun ama o zaman yazı olmaz ya) Eğer boyle ise, acaba erkenden hepsini tüketiverip kurtulmak mı iyidir, yoksa sürekli azar azar akıtmak mı. Bu değerlendirme değil de sanki bir tercihmiş gibi geliverdi şu anda. Niye kurtulmak ve akıtmak gibi -istemeyen- cümleler kurduysak, değil mi. Olsun, biz bir pesimistin gözyaşlarını da dinlemiştik zamanında, böyle devam edelim.
(Bu yazı da bok gibi oldu ya, hadi bakalım. Olsa da olmasa da kodum)

Not: Ayh ayh canım diye saldırmayınız lütfen. Bakınız sınıf olarak Defterden görünmekte. Direkler falan değil. Kaygılanmayınız.

18 Ekim 2008 Cumartesi

Güç ve Adalet

"Güç, adalet uğruna yapılan adaletsizliktir" dedirtmiş Meşa Selimoviç Derviş ve Ölüm'ün 290. sayfasında İshak karakterine.

12 Ekim 2008 Pazar

Kaynak olarak Zaman

Zaman kavramı kısıtlı bir kaynaktan bahsediyor. Hepimizin harcadığı, harcamaktan da genelde mutsuz olduğu bir kaynak. Şöyle düşünce esiverince bakıyoruz ki zaman yerine koyulamayan kısıtlı bir kaynak.
"Yerine koyulamayan zaman kavramı için bir ikame önerisi: Görelilik"  diye bir tez konusu olur mu, olmaz. Anca blog yazısı olur işte. Ben de onu yazıyorum.
Şu anda bildiğim kadarı ile aynı zamanda tekrar yıkanamıyoruz. O nedenle sürekli harcamada olduğumuz kabulü sanırım o kadar da yanlış nitelendirilmez. Ama sanki mutlu olduğumuzda başka, mutsuz olduğumuzda başka hızda dönüyor akrep.

(Şimdi bir tuvalete gittim geldim, daha mutluyum. Bir daha düşünelim)

Mut sahibi olmak ya da olmamak galiba iyi bir anlatıcı olmadı bu yazıda. Kişinin algısı ile ilgili birşeylerden bahsetmek istiyordum ben. Demek istiyorum ki o tükettiğimiz ve yerine koyamadığımız zamanlar için hayıflanıyorsak aslında bir çözüm olarak farklı hissetmeyi, farklı algılamayı denemeliyiz. Aynı sezyumsal zaman dilimini iki farklı kişinin farklı hızda yaşaması fikri beni buraya getiren. O dilimin içine koyduğumuz anlamlardaki(değerlerdeki) farklılık hızını değiştiriyor zamanın. Evet, bitmesini engellemiyor, "hiç yoktan" bir çözüm öneriliyor burada.

"Öeaah" sonucu:
- İçim kıpır kıpır, kendimi çok genç hissediyorum.
- Bi sktr git. Yüzünü ütüle de gel.

Not: Defterden diye bir sınıf açtım, tutarsa. Tutmazsa ona o zaman bakarız.

Tüketilenle özdeşleştirme

Kişinin okuduğu bir metne, izlediği bir görsele ya da bunlar gibi başka bir şeye bağlanması, kendisini o içerikte bulması, özdeşleştirmesi konusu takılmış bir ara kafama. Ki not almışım deftere.
Bu durum kişinin toyluğuna delalet olarak değerlendirilebilir mi acaba diye de düşünmüşüm. Kişilik oturmamışlığı diye yorumlasak çok mu gaddarlık yapmış oluruz.
Yani fotoğrafı önüme koyuyorum, saçma geliverdi bir an:
"Bir kitap okudum hayatım değiştiieağ"
Yani bunu bizim pamuklu gözlük de demiş olsa, bana ters. Ya da hadi laf sokmayalım. Bir kitap var, onbinlerce kişi okuyor, o kitaptaki bir karaktere öykünüyor. (Yani cidden öyle olmaz mı, "evet evet işte bu beni anlatıyor" diye) O zavallı karaktercik hangi birimizi anlatsın koyunum(pardon kuzum). Saçma.

Tamam, bu belirttiğimiz durum aslında yazarın başarısı olarak düşünülmelidir, ona lafımız yok. Biz bokunda boncuk bulan okurla uğraşalım dedik bu sefer. Yeni gelin gibi kitaba sarılacağına hani diyorum biraz daha eleştirel, öğrenici, özümseyici baksa, kendini kendi kendine anlatabilecek kadar bilgilenmeye çalışsa, kendisini başkalarının cümlelerinde aramasa, hatta aslında aradığının bile farkında değilken, buluverdiğini sanmasa. Harbi bak şimdi sinirlendim, cidden saçma bu.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Yapmak ve yapmamak

Yapmamayı tercih etmek konusunda düşünüyorum. O kadar yavaşım yani anlayacağınız. Daha yapmamayı tercih etmek doğru mu yanlış mı irdelemesindeyim, olacak şey değil. Bu kadar da olmaz yani. İğrendim resmen bak şimdi yazınca.

Bugün; genele hakim olan düşünce, yapmanın erdemli olduğu yönünde. Çok farklı şekillerde önümüze gelebilir bu yaklaşım. Üretim olarak mesela görebiliriz. Ne pahasına olursa olsun üretim. Ya da hesaplanmış karlılık pahasına üretim diyelim ki çılgın tüketimi sömüren türden bir üretimden bahsettiğimiz de net olsun. Yoksa aptallıkla alakası yok bu yazdığımın. Ya da değişim diye, acayip ifrit olduğum bir kavram var günümüzde. Değişiyor ve gelişiyormuşuz. Önümüze geleni değiştirmek gibi seçici algılıyorum ben bunu. Acep değerlendirilmiş bir değişim kararı var mıdır. Değerlendirme derken değiştirilecek olan konunun eski(anlaşılan o ki beğenilmeyen) hali üzerinde hangi parametrelere göre bir inceleme yapıldı da yerine yenisinin konmasına karar verildi. Mesela kültürümüzün götü mü kocamandı da rejime sokulup eritilmekte. Ya bak aslında örneklerden bağımsız birşeylerden kaşıntı duyduğumu da belirtmek zorundayım. Ciddi ciddi, ilk halinin nesi vardı da harcama yapıyor ve değiştiriyoruz. Hangi ölçütlerle karar verdin buna. Bana sordun mu demiyorum bak, illa ki ben de bilmiyorumdur da, merak ediyorum harbi harbi. Anlamaya çalışıyorum yani seni. Bu vahşi değişim aşkı nereden geliyor. Bir de hareket etme var üretim ve değişim gibi. Dursana. Neden gidiyorsun. Nedir ilk bulunduğun yerdeki sorun. Oradan oraya buradan şuraya, başım dönmekte. Yavaşla bari en azından azıcık. Nereden buluyorsun bu kadar enerjiyi kardeşim. (Enerji dedim hay allah bak yine)

Yapma yapma yapmaa diye bağırsam sen inadına yapacaksın değil mi. Hep böyle oluyor çünkü. Ama ben iknanın psikolojisini de bilmiyorum ki. Çok naifçe istemediğimi doğrudan söyleyen biriyim ben, uzlaşma gibi görünen ama beni beceren tarza hakim değilim malesef. Yapmamanı istiyorsam direk yapmamanı isterim. Ama sen bir bakıyorum beni kucağına oturtmuş yaptım yaptım diye haz naraları atıyorsun. Farkında değilim sanma tüm benliğimle hissediyorum, ama elimi kolumu tamamen bağlamışsın. Bu resmen üretimin tüketiciyi başrolde oylum oylum oynattığı bir pronografik dizi. Sinema değil bak, sürekli her hafta haftalık konusu değişen ama ana teması aynı olan bir dizi bu.

Olmayacağı oldurmaya çalışıyor ya da çözümü olmayan şey problem olarak değerlendirilmemelidir, dünya bu diyorsunuz değil mi sevgili perdeli okuyucu. Hayır. Reddetmiyorum tam olarak, daha erdemlisini arıyorum. Bakınız üretim olmasın diyemeyiz. Hep nirengi noktamız olan doğaya baktığımız zaman değişim, üretim ve ilerleme/taşınma gibi kavramlar yok değiller. Varlar. Ama lütfen dikkat ediniz dönüşüme açık türü uygulanıyor sürekli. Doğadaki mekanizma hep tüm zinciri tasarlamış halde çalıştırıyor motoru. Hiç yarım yamalak çalışan bir mekanizmanın devreye alındığı olmuyor. Üretim hep var, değişim de zaten aslında farklı bir kavram değil de üretimin bir şekli. Taşınma? o iklimle ilgili.

Çıldıracağım.

26 Eylül 2008 Cuma

H. Çağlar Bilir - 6 (Güncelleme)

Efendim, dizi yazı haline gelmiş özyaşamöyküsü denememize hoşgeldiniz. Başlıkta da görüleceği üzere ufak bir güncelleme için rahatsız ediyoruz sizi, şimdiden özür dileriz. Belirtelim:

Hüsnü Çağlar Bilir; hala Antalya'lı, halihazırda herhangi bir yerde çalışmayan, hala yüksek lisans eğitimine devam edemeyen(dondurulmuş durumda), hala mühendis, hala bekar bir insan evladıdır. Ama artık anayasal hakkı ve ödevi olan ve dahi mecbur olduğu askerliğini yapmış, memleketinde istirahattedir.

Arada hemen, Kaynakça:
1) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası: MADDE 72. – Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir.
2) 1111 Sayılı Askerlik Kanunu:
Madde 1 -Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur.

Bu resmi girizgahtan sonra beklenti karşılama kısmına gelelim. Efendim askerlik esaslı yazı yazmayı planlamıyor olduğumu daha önce de belirtmiştim ki bu inadım devam etmekte. Meraklı okuyucu(evet sana diyorum akıllım) ileride gelmesi muhtemel(söz verilmemiş) yazıların satır aralarında belki bu baharatı tadabilirler. Şimdi ise şu alttaki bilmece bildirmece su altında, dil üstünde, ekmek arasında, yarın arkasında, emin önünde kaydırmaca kısmı ile idare ediniz. Vav ile Viv bir olmasalar dahi kendi başlarına yapabilirler, o kadar kolayca.

Bulmaca bile olamayan bilmecemizin esası sarı kapaklı Horzum Spot not defterinden çıkar. İki kolon vardır yan yana değil de yazı derdine alt alta yazılmış olan. Birinci kolonda başlıklar, ikinci kolonda ise içerikler bulunmaktadır. Okuyucu başlıklar ile içerikleri eşleştirerek kendince sevindirik olacaktır. Not: İçerikler bütün değil, kısmi alıntıdır.

Birinci Kolon:
1) Kıbrıs Günlüğü
2) Yeni Sıfatlar
3) Ustada dinlenenler
4) Manisa-Acemi
5) İlgilenilecek Sağlık Sorunları
6) Askeri Jargon

İkinci Kolon:
A)
16.4(Çarş): Eğitim, Dizde ağrı
17.4(Perş): Eğitim, Sporda koşamadım, gece rev.
18.4(Cum): revir=2 gün yatak, ilaç, yürüyemiyor

B)
Ramazan Kardeş
Arif, Düğün
İbrahim, İlk gün sürünmek
Nöbette sayıklayanlar, sayıklayanlar
150 sayarken aranmamanın koyması

C)
Lan
Eleman
Gözlük

Ç)
Diz
Diş
Göz
Kilo

D)
Yapcak bişi yok
Geçmiyor
Yardırmak
Götünüz başınız oynamasın
Göte gelmek
Sallanma sağda solda, geç içtimaya

E)
İlk banyo
İlk çamaşır
İlk çarşı
İsmail YK'nın Bas Gaza adlı eserini sonuna kadar izlemek


Daha askerlik soranı oyarım gari, demedi demeyin. Oturun çalışın, ağır fikir yazıları yazcem. Bu arada bu yazı yeni yazı değil, talep cevaplamasıdır. Yazcem dediğim yeni yazılar ne zaman olur, bilemem. Çok yoğunum, kilo almam lazım.

31 Mart 2008 Pazartesi

Kutlama ve Duyuru


Sürgün'ün yorumlarını ve benim cevaplarımı takip ettiyseniz çok önceden(birkaç ay önceden) planlanmış bir kutlamam var. Kendi doğumgünüm bilindiği üzere onbeş kasım. Ben bugün kendi doğumgünümü kutluyorum kendi kendime. Pastalı, mumlu falan değil ha. Sadece içimde kutluyorum. Sanki bir yaş daha büyümüşüm ve aynı zamanda gençleşmişim gibi. Bir adım daha atmışım, bir kapı daha açmışım gibi. Hem belki Pandora'nın sakladığına erişmek için bir kutu daha açmışım gibi. Çok da burkmanın gereği yok, birçok şeymiş gibi işte.
Kutlu olsun.
Ama sadece doğumgünü değil, başka şeyler de kutluyorum. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı da kutlarım. 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımızı da. 30 Ağustos Zafer Bayramımızı da. Eylül'ün son gününde başlayacak Ramazan Bayramımızı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımızı, Aralıktaki Kurban Bayramımızı ve Yılbaşımızı da. Hepsi hepimize kutlu olsun.
Öylesine değil, birlik beraberlik adına da değil. Bu zamansız kutlamanın sebebi, kuvvetle muhtemel, benim, bu saydığım zamanlarda buralarda bulunmayacak olmamdır. Yazının bu noktadan öncesi şaka değildi, emin olun, bu noktadan sonrası da şaka olmayacak. Tarihin şakacılığından da bağımsız, şaka olmayacak.

Bazılarınızın zaten bildiği, bazılarınızın tahminlediği, bazılarınızın ise bihaber olduğu üzere, ben 1 Nisan 2008 tarihi itibariyle askerim.

Hemencecik, artık mekanikleşmiş bir şekilde ilgili bilgileri vereyim: Şu anda kısa dönem erbaş(birbuçuk ay acemilik ve sonrasında altı aya tamamlayacak şekilde usta birliği) mı ya da asteğmen(yapacağınız işe göre onsekiz gün ya da üçbuçuk ay acemilik ve sonrasında oniki aya tamamlayacak usta birliği) mi olacağım belirsiz. 1 Nisan itibariyle askerliğimden gün almaya başlamakla birlikte ne sınıf asker olacağım vb. 10 Nisan gibi belli olacak ve -tahminen- 12 Nisan gibi birliğime teslim olacağım. Kısa dönem olursa internet ile ilişkim olabileceğini sanmıyorum. Uzun olursa da söz veremiyorum. Yani bilemiyorum.
Kullandığım bilgisayarım şahsıma ait değil, bugünlerde şirkete teslim ediyorum. Ankara'da kirada oturduğum evden çıkmamı istedi ev sahibesi, evi boşaltmak işleri ile de uğraşıyorum bu süreçte. O nedenle bu yazı yüksek ihtimalle son yazı olacak. Askerlik ile ilgili durumlar, güncellemeler vb. bu yazının altına yorum olarak, belki gelebilir, bunun da sözü yok. Blog açık kalacak. Yorumlar da bugüne kadar olduğu gibi kalacaklar.
Blog'un anahtarı Gökhan'da(eryol.blogcu.com). Herhangi bir haber onun tarafından ya orda ya burda yayılacaktır. Gereğinden fazla uzattım, biliyorum. Ama bu konu(askerlik) blogun hayatında bu yazıdan ve olası yorumlarından fazla yer etsin istemiyorum pek, ondan uzamakta. Zaten o yüzden de bu haberi geciktirdim. Ufak bir rica; lütfen birliğime katılacağım tarihe kadar, olası internet kullanımlarımda okuyacağım yorumlar, zor okunur yorumlar olmasın arkadaşlar.

Bitirirken, saygılar ve teşekkürler hepinize.


26 Mart 2008 Çarşamba

Öylesine, kayıt altına alınsın diye


"Ben bilmem, beyin bilir"

İmza: Omurilik                                   



24 Mart 2008 Pazartesi

Daha kaç kere


Üçler beşler yediler
Kırklar
Tek diyen, dörtyüz yirmiyediler, altıyüz yirmiüçler ve otuzbeşbinler
Akıp giden, gezilip yalan olan Ondört yıllar, bin yıllar ve ondörtbin yıllar
Okunan seksenbinler


22 Mart 2008 Cumartesi

Korkuya dair


Güzel, üç kıllık zamanda su ısındı. Aferim şofbene.
Duş. Suyun altındayım, ve evet... fikrim geldi. Bakalım neymiş:

Gündelik olaylarda, klasik alelade yaşantıda, korkmayı unuttuğumu farkettim. Korkacak şeyler yaşamıyorum çok.

Burada yeni bir paragrafa geçip açıklama yapmalıyım. Harikayım, korkusuzum falan demiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Ki değilim zaten. Ölümden ve benzeri kocaman olgulardan tabii ki korkarım herhalde, bilmiyorum. Benim söylediğim gündelik hayat, işemek, sıçmak falan. Trafik kazasından, birinin edeceği bir laftan, belirsizlikten, olacaklardan, olmayacaklardan, ne olacağından ve bunun gibi bi ton şeyden... korkmuyorum. Sadece sıkılıyorum. Bunalıyorum. Rahatsız oluyorum.

Örnek vermek gerekirse araba ile bir viraja girilmemesi gereken bir hızda girmişsem korku değil de, neden girdim böyle, şimdi ne yapmalıyım diye düşünüyorum. Kızıyorum falan kendime. Arabanın kıçı, başı kaydı ise iyice öfkeleniyorum mesela. Ya da ne bileyim, bundan sonra ne olacak, şundan önce bunu mu yapmalıydım ki o böyle olsaydı gibi cümleler ve düşünceler beni korkutmuyor. Sanki bu hissin bir ilerisine geçtim. Korkmaktan bile sıkıldım sanki. Ya da çok kanıksadım. Daha çok düşünüyorum ne olacak diye, ne oldu diye, hata ne idi diye. Daha da komiği bundan da bunaldım herhalde.

Neyse, bu düşüncelerden bir çıkarımda bulunabilir miyiz, bakalım. Çok izole, rafine ve tekdüze yaşıyoruz. Süreki geri sar, yeniden oynat düğmeleri üzerinde parmaklarımız. O nedenle alıştık. Değişiklik ve bilinmezlik korkutmalı belki insanı. O da yok.


20 Mart 2008 Perşembe

Yalaka, sırnaşık ve adam satıcı

Yurdumun batı kısımlarında çiğdem diye anılan ayçekirdeği ile yurdumun
herhangi bir kısmında kel diye anılmayan kabak çekirdeğini
karşılaştırmalı olarak incelemek istiyorum.



Yerken hiç dikkat ettiniz mi bilmem ama kabak çekirdeğini çitlediğinizde kabuğu dudaklarınıza yapışma eğilimindedir(temayül).

Buna mukabil, ayçekirdeği ise dişler tarafından maruz bırakıldığı
ayrışma, parçalanma davranışına karşı birlik içinde kalma arzusunu
kabukların birbirlerine aşk ile tutunmaları şeklinde gösterir. Bunu;
özü, nüvesi yani çekirdek içi, kendisinden darp ile koparıldığı halde
yapar. Bir anlamda "kaybedilen çekirdek ile ölünmez, kalan kabuklar
bizimdir" diyerek uygular. Kabuklar ağzınızda siz herhangi bir uğraşıya
girmeden kendi aralarında toplanırlar. Siz bunu tek harekette
dudaklarınızdan çekirdek kabuklarını defedebilirken farkedersiniz. Ama
sırnaşık kabak çekirdeği öyle midir ya. Değildir. O parçalanırken
çekirdek içini dilinize teslim etmekte sanki isteklidir. Bırakıverir
kendisini. İnanılmaz! Ama bunun da ötesinde, kalan kabuklar
dudaklarınızı terketmemek için sanki çekirdek üstü bir gayret
sarfetmektedirler. Yapışır kalırlar dudağınıza. Birbirlerini anında
satarlar ve size tabi olurlar. Siz, hiç bir işe yaramayan aşağılık
kabak çekirdeği kabuklarını defetmek için fazladan enerji harcarsınız.
Böyle de kişiliksiz kabuklardır bunlar.



Kabak çekirdekleri dudak fetişistleri midir acaba. Haydi, elele tutuşalım, gözlerimizi kapatıp hep birlikte düşünelim.




15 Mart 2008 Cumartesi

Altın, Yakıt ve Yonga


Ya da kan, ter ve gözyaşı
Ya da belki sürdürülemezlik, tükenme ve yokoluş

Evim ile işyerim arası kuş uçuşu iki, araç yolundan da üç nokta iki kilometre kadar. Işıklar olmazsa en fazla altı ya da yedi dakika sürdüğünü konuşmuştuk daha önce. Dünyanın en derin altın madenlerinden biri olan Tautona ise, yeryüzünden aşağı doğru üç nokta altı kilometre derinliğinde. Bunu sayı olarak da yazayım isterseniz. 3600 metre. Asansörle dibe bir saatte iniliyor. Bu asansörün hızı, eğer yanlış hesaplamadı isem yaklaşık ellisekiz kilometre bölü saat. Yani benim işe araba ile giderken ulaştığım hızlara yakın. Sıfırdan eksi üçbinaltyüze inilip orada çalışılmıyor. Madenin yaşamı boyunca dele dele, yeraltında bulunan damarlar takip edile edile ilerlenmiş. Yeraltında sekizyüz kilometre tünel ve benzeri yol var. Plan ve çalışma, madeni üç nokta dokuz kilometre derinliğe ulaştırmak için sürmekte. Binlerce işçi çalışıyor ve yılda beş işçi ölüm oranı var. Altın damarı televizyonda gördüğüm kadarı ile en fazla yirmi santım kalınlığında ve etrafından biraz farklı renke olan bir taş silsilesi. Yirmi santim kalınlığında saf altından bahsetmiyorum. Elinize alsanız bildiğiniz taş. O taş yukarı çıkarılıyor, uzun bir ayrıştırma ve saflaştırma sürecinden geçiyor. Çıkarılan taş, elde edilen altın oranını meraklı okuyucuya ödev olarak veriyorum. O girdiyi elde edebilirsek eğer yılda elde edilen altın ağırlığını bulup 300 kilo insan eti ile oranlayıp güzel bir değerlendirme yapabiliriz topluca. Üçyüz kilo, zira o madende çalışan işçiler güney afrikalı zenciler çoğunlukla, ve gördüğüm kadarı ile çoğu zayıftı. Herhalde madende çalışacak işçiler tıknazlardan seçiliyor.

Ben işe araba ile giderken yolda araç mazot yakıyor. Yani fosil yakıt. Fosil yakıtlar şu anda biliyorsunuz, insanların birbirlerini öldürmelerinin, ülkeler istila etmelerinin, ülkelerin kargaşaya sürüklenmelerinin, ya da ülkelerin diğerlerini bilinçli olarak kalkındırmamalarının sebebi. Birçok başka yan etkileri de var ama benim canım şimdi ozon tabakası delindi, küremiz ısındı diye mızırdanmak istemiyor(yanlış anlaşılmasın, o da gerçek). Ortaya çıkınca bokunda boncuk bulmuş gibi sevinen insanoğlu şu anda çözüm yöntemlerinden biri olarak biyoyakıtları koymuş durumda. Biyoyakıt dediğimiz şey fosillerden değil, biyolojik malzemeden(bitki) üretiliyor. En çok mısır, soya, şekerpancarı, palmiye gibi bitkilerden elde ediliyor. Komik ama bu tür yakıtı elde etmek için gereken girdiyi üretirken, yani bitki yetiştirirken insan, kendi yiyeceği bitkileri yetiştireceği kaynakları harcıyor. Suyu, toprağı harcıyor. Sonuç olarak yiyecek fiyatları artıyor. Küresel olarak artıyor. (Bi balonu şişirdiğinde heryeri şişer ey küreselleştirmeci, heryeri incelir) Daha da komiği, bu yakıtlar kullanıldığında ortaya çıkan karbon emisyonu ve diğer zararlı atıkların fosil yakıtlara göre o kadar da anlamlı faydayı sağlamadığı yönünde incelemeler var. (Bu cümleyi güzel kuramamış olabilirim, ama siz anladınız)

İşe vardığımda bilgisayar kullanıyorum, yapıp sattığım ürün yüksek teknoloji elektronik malzemeler içeren bir ürün, içinde yongalar var bolca. Yonga gündelik hayatta bizim çip(chip) diye bildiğimiz şey. İşte, bilgisayarlarınızın işlemcileri, bellekleri vb. şeylerin ana malzemesi. Silikondan yapılıyor. Ama hiç seksi değil. Yaklaşık iki gram ağırlığında bir silikon yonganın üretilmesi esnasında kabaca bu ağırlığın kırk katı(seksen gram) kadar kimyasal aşındırıcı malzeme kullanılıyor. Aynı zamanda yine iki gram yonga için yaklaşık otuz iki kilo kadar saflaştırılmış su kullanılıyor. Bunu da sayı ile yazmakta fayda var, 2 gram yonga için 32000 gram su, safından.

Başta uyarmalı idim, bu yazı bir yere bağlanmayacak, ama belki sansasyonel olsun ve sıkılmış okuyucuyu eğlendirsin ve aynı zamanda da bunaltan gündeme dokundurma içersin diye şöyle bağlayabiliriz:

Hani bi çene altı vardı,
sevgili çanaktutucugeçicimuhalefetpartimizinbukonudaşuandakisessizliği
göt üstü olarak yorumlanabilir mi, oturulanından.
Memleketimde ağlamayana meme vermezler evet, ama ey canına yandığım memleketim, ağlayıp duran bebe sandığın, kazık kadar olmuş partiye de, bu verdiğin memenin bir sınırı yok mu.

Ya da bana ne, biri altın didiklerken, biri yiyemediği mısırı hasat ederken, biri içemediği su ile silikon yonga yaparken ölür, biz de birbirimizi yerken ölelim. Yakışır bize.

  • http://en.wikipedia.org/wiki/TauTona
  • http://en.wikipedia.org/wiki/Biofuel
  • http://en.wikipedia.org/wiki/Food_vs_fuel
  • http://www.guardian.co.uk/environment/2008/feb/11/biofuels.energy
  • http://www.enviroliteracy.org/article.php/1275.html


8 Mart 2008 Cumartesi

İki parmakla inceden bir selam çakmak


Şu yazıda özellikle yorum kısmında saklayarak birşeyler karalamıştık, şimdi vakti geldi ön sayfaya taşımanın, hem altına başka şeyler de ekleyeceğim.

***********************
Venn Şeması ya da Kesişen Kümeler

Kaç çocuk doğar, kaçı yaşar. Kaçı büyür, büyürken müzik yapma hayali kurar. Kaç çocuğun talihi doğduğu coğrafyadan kopabilir, ya da kaçı böyle sanır. Kaçı coğrafyasını bir değere çevirir. Kaçı hayalini gerçek yapar kendi coğrafyası ile yoğurarak. Kaçı milyonlara ulaşır. Kaçı öfke ile beslenen müzik türünü yapar, isminin anlamı "öfkesini yenen kimse" demek iken.
Kaç nükleer santral vardır dünyada. Kaçı patlamıştır. Kaçı ölüm saçmıştır. Kaçı Öfkesini Yenen'in coğrafyasına değmiştir. Kaçı kaç kişiyi hasta etmiştir. Kaç kişi ölmüştür.
Kaç çocuk doktor raporu "ayakta durması ve dahi konuşması mümkün değil" der iken konser verip "hadi burayı yıkalım" demiştir. Kaç çocuk coğrafyasının kötü kaderine isyan bayrağı olarak ölmüştür.
Bu çocuğun zarları atılırken azıcık bari lodos esmemiş midir. Poyraza mı denk gelinmiştir.
********************

Bu yazıda Kazım Koyuncu'yu anmıştım bilindiği üzere. Şimdi de bu konu ile ilgili birkaç gugıl ipucu vermek istiyorum bir anlamda benim fikri zıplamalarım bunlar.
Öncelikle Ümit Kıvanç. Bu adamı bilmiyorum, tanımıyorum. Ama iyi biri, hissediyorum. Hem http://www.kazimkoyuncufilmi.com/ diye bir belgesel yapmış. Bilinmeli.
Sonra Mask isminde bir grup. Ben, biliyorsunuz kafamın içinde kaybolup, ne olduğunu bilmediğim şeylerin peşinden giden biriyim. Bu Mask grubunu da bir klipteki bir enstanteneden dolayı arıyordum. Müzikleri ile ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Sadece güzel sesli bir kadın vokalde idi, ortam loş idi. Müzik de hoş idi. Mask grubu ve Kapılar ardında albümü ve parçasıymış galiba kafamın içindeki sorunun cevabı.

Komik birşey söyleyeyim mi, Ümit Kıvanç da zaten bu grubun davulcusuymuş. Bu ilişkiden buldum ikisini. (Ara not: Mask grubuna ait hiçbir görsel malzeme bulabilmiş, dahası ilgili şarkıyı dinleyebilmiş değilim hala)

Sonra, bugün öğleden önceki gugıl uçuşmalarım:
Not: Başlık, hani el kalkar şakağa doğru işaret ve orta parmak hafiften açılır, diğerleri hafiften kapanır gibi yapılır. İşaret parmağı bir yerde durur, baş ufaktan sağa eğilir ve işaret parmağı ile temas anında inceden bir gülümsenir. Öyle.


6 Mart 2008 Perşembe

Varlık ya da amaç


- Lan ben ne yazacaktım...
- Lan deme abi, karı kız var, ayıp.
- Hay sana da, ayıbına da, ka.. neyse.

Güç dengesi kurma sürecine, sadece uzlaşı demek, aslında eksik bir tanımlama yapmak olur diye düşünmekteyim. Uzlaşı bile aslında bir anlamda hükmeden ve tahakküm altına giren arasında olduğuna göre, yani çıkarların bir çeşit hesabı yapıldığuna göre illa ki sonuçta bir eşitlik kurulacaktır fakat içler dışlar çarpışırken sadeleştirme her yere aynı vurmayabilir. Bir taraf büyüyecek, bir taraf da küçülecektir. İki tarafın da kazanması durumu ancak iki tarafın da aynı tarafta bulunması, yani tekleşmeleri ile mümkün gibime gelmekte.
Yalnız benim incelemek istediğim bu da değil. Daha basit bir noktadayım henüz. Zaten yutacak olan büyüğün küçükle uzlaşarak hakimiyeti altına alır iken öeyeceği diyetlerden ve bu diyetlerin aslında o kadar da kaygı güdülecek, üzülünecek kayıplar olmadığından dem vurmak istiyorum. Aslolan kazanılanlar ya da kaybedilenler değil, amaçlar ve bu amaçlara ne kadar ulaşıldığıdır sanki.
Büyük, amacına ulaşmak için kayıp verebilir, değişebilir, büyüklüğü elden bırakabilir, hatta yenilebilir bile belki. Buraya takıldım ben. Amacın varlığı etkilemesine.
Neyse, işte öyle.

Not: Şimdi yine lütfen karışmasın ortalık, ben bu yazıyı aptal bir Edward Said eleştirisi okuduktan sonra karaladım. Doğu-Batı, oryantalizm falan. Başka birşey değil. Saygılar.


2 Mart 2008 Pazar

Gıcık direk

Biraz önce kendimle ilgili önemli birşey farkettim("Oha hayvan, bu
yaşta mı anca" diyebilirsiniz, haklısınız) ki ben
problemleri/sorunları/hataları gördüğüm kalitede ve sıklıkta,
çözümleri/cevapları bulamıyorum. Haliyle, mutsuz ve huysuz bir adam
olmamın sebebi bu sanırım.



29 Şubat 2008 Cuma

Yörükhan Güveç Lokantası Hürriyet Gazetesinde


Kendimizin bildiğimiz lokantamız, Hürriyet gazetesi 29 Şubat 2008 Cuma günü(bugün) sayısında "Cuma" ekinde "En iyi 10 Güveç adresi" başlıklı haber/araştırma yazısında 5 numarada kendine yer bulmuş. Ankara bu onluya iki lokanta sokmuş. Biri bizimki.



Not: Kız sambadi, senin parmağın var mı bu işte, ya da kardeşin :P

Not2: Tekrar yazmakta fayda var. Basit adres "Aşağı Öveçler Mahallesi 7. Cadde Pazaryeri karşısı Ankara". Telefon: 0312 472 3192. Adres tarifi isteyenler bu linke



25 Şubat 2008 Pazartesi

İnsan ilişkilerinde 'Duvar' mecazı

İnsan kendisini çok özel sanıyor bazı zamanlarda. Lan ne biçim herifim
be, öyle bi çeşitim ki dünyada bir eşim yok, olsa öküz sabanına koşacam
diyor. Sanırım kendisini çok inceleyen insanlar değiştirip
düzeltemedikleri için önce kabulleniyor, sonra da kutsuyorlar
kendilerine dair tespitlerini. Hemen bir sonraki adım da yüceltmek ve
isim koymak. "Üzgünüm, ben böyleyim, kendimi korumak için yapabileceğim
tek şey bu, benim duvarlarım var ve çok kalın. Sana özel değil, hep
böyle. Çok incitiliyorum yoksa" Pek hoş bir betimleme, değil mi. Okuyan
vay anasına diye yorumlayabilir. Ama yorumlamayabilir de. Çok özel bir
yaklaşım değil bu tırnak içindeki. Her insan böyle olabilir. Her
insanda kendisini sakınma güdüsü gelişmiş olabilir. Yani demek
istediğim bu tırnak içi o kadar da özel biri değildir. Herhangi biri
gibidir. Önemli olan kendini yüceltip şişirmeden, bu hissin de normal
bir insani hal olduğunu sağduyulu bir şekilde tespit edebilmek kendinde
sanırım. Ancak o zaman bu duvar mecazının faydalarını, zararlarını
inceleyebilir kişi.



Şimdi girizgahı yaptığımıza göre ayrıntılandıracak olursak duvar
mecazı şu: Kişinin kendisine dair özel saydığı bazı şeyleri dışarısı
ile paylaşmaması durumu. Bu tarif eksik olabilir. Çünkü dikkat edilirse
bu tarifin dili o dışarıda bırakılanların dili imiş gibi farkettiniz
mi. Kişinin kendisi dışında diğer tüm insanlar yani. İlgili duvar
kişinin kendisini koruma mekanizması.


"Ben zamanında çok üzüldüm ve yıpratıldım, artık kendimi korumak
için insanları belli bir noktada tutuyorum. Daha ileriye geçmelerine
izin vermiyorum. Özümü kendi istediğim gibi saf tutacak bir duvar bu. O
kadarına karışılmasını istemiyorum. Belli birine karşı bir korunma
değil bu, herkese karşı böyleyim."



İstenirse bu durumu anlatmak için yukarıdaki paragraftan çok daha
ağdalı edebiyat kesilebilir.  Aşağı yukarı böyle birşeydir bu yazının
konusu olan şey. Ya da belki karşı taraf; "Ya neden içine girmeme izin
vermiyorsun, niçin özellerini benimle paylaşmıyorsun, niye beni
kendinden uzak tutuyorsun, aç bana kendini" gibi şeyler de diyebilir.



Konuyu iki taraftan da incelemek faydalı olacak. Savunan, incinmekten
korktuğu için böyle davranıyordur. Ya da cesur değildir. Saldıranda ise
hakim duygu merak olmalı.



Savunanın olası kaybı saldırandır. Saldıranın olası kaybı da savunan. (Bak burası komik aslında)



Olası hatalar da şunlar: Savunan pek matah birşeymiş gibi sakladıkça
gelişimi engellemiş olur kendinde. Savaşın klasiğidir, iyi savunursan
duvarı nasırlaştırırsın daha fazla. Saldıran da çok da gerekliymiş gibi
girince anlamsızlığı farkeder.



Esnek ve rahat olmak lazım, hiçbirşeyi hakkından çok zorlamamak lazım.
Olursa olur, olmazsa olmaz. Olursa olacağından olmuştur. Olmazsa
olmayacakmıştır.


Savunanın davranışına biz, gizlilik/belirsizlik/meçhullük vasıtası
ile güvenlik(security by obscurity) ya da saklayarak güvenlik sağlamak
diye isim veriyoruz. Saldırana ise kedidir kedi diyoruz. He ama
biliyorsunuz insanın başına gelen ya meraktan ya kürekten.

E
biz senin ne dediğini anlamadık, bir tarafa da meyletmemişsin
diyenlere; "E o kadar direk diktik, boşa değil ya. Aralarına da duvar
örmek lazım ki kişinin benliğinin evi ortaya çıksın." diye cevap vermiş
olalım son paragrafla.


Not: Şöyle de bir şarkı var ilham verici sınıfında. Geçen yine denkgeldi. http://www.youtube.com/watch?v=gTh4xU_BHBc


19 Şubat 2008 Salı

Bir otonom sistem olarak insan


Dizi bakıyordum, "sakın kendini bırakma oğlum" diye bir replik duydum. Benim kireçli beyin gır gır dönmeye başladı. Başlayınca başlık süslüsünden böyle çıktı. Bir otonom(özerk) sistem(dizge) olarak insan. Ama aslında kafamdakini anlatmıyor bu. Bir sonlu durumlu makina(finite state automata) olarak insan da diyebiliriz sanırım.

İnsanın kendi kendisini yönetebilme gücünden bahsetmek istiyorum. Yo aslında bahsetmek istemiyorum. Sadece selam durmak ve hakkını teslim etmek ve alkışlamak istiyorum sanırım. İnsanın kendi kendine yetebilmesinden, hükmedebilmesinden vesaire.

Evet insan kendini bırakırsa düşer, bırakmazsa düşmez. Düşmüşse ve kalkmak isterse kalkar, istemezse kalır.

Not: Ya şeyi unuttum, Direnen Canlar diye bir kitap var mıydı, ne anlatıyordu.


16 Şubat 2008 Cumartesi

Acı acı gülmek

Ya da, iletişim kazası olmayan şekilde havlamak



Dün bir adam izliyordum televizyonda, kızmıştı. Kızılmasına kızmıştı.
Halihazırda güçlü olanın sadece bir iletişim yöntemi olduğu iddiaasıyla
öfkelenmesine öfkelenmişti. Kendi cümleleri ile; "İtidal çağrısını
güçlü ve dolayısı ile üstte olan mı yapmalı, yoksa biz gibi güçsüz ve
yalnız ve altta ezilmiş olan mı yapmalı" diyordu. Zaten güçlü olanın,
kendisine öfkelenecek olan için elinde her türlü alet edevat olanın
sakin olmak yerine bu kadar şeyin üstüne bir de öfkelenmesine
"ahlaksızlık" ismi veriyordu.

Yani özetle zaten güçlü olanın bir de öfkelenmesi, kızması, sindirmesi
"hak" mı diyordu. Sadece zaten kaybetmiş ve bunu kabullenmişlerin
becerebileceği şekilde acı acı gülüyordu.



Bu da bu şekil bir güç yazısı olsun. Kaos ve çelişki dolusundan.



Not1: Güç isminde bir sınıf açtım. Direkler kısmında varolan güç paradigması yazılarını oraya taşıdım.


Not2: Yazı kendi başına anlaşılmıyor olabilir. Sebebi isimsiz anlattığım adam değil, kavramların ilgili sınıfın diğer yazıları ile çok bağımlı olmasındandır.

11 Şubat 2008 Pazartesi

Ev ilişkileri


En uzun süreli ilişkiyi bilgisayarla yaşıyorum. Sürekli askıntı oluyor. Nereye gitsem peşimde. Koluma takıp gezdiriyorum. Bilirsiniz, pek de nazlı olurlar bilgisayarlar. Ama ne kadar değişken ruhlu olsalar, ne kadar hassas bir yapıda olsalar, ne kadar çok ilgi isteseler de hiç yapmak istediğimi yapmadıkları olmamıştır. Hayatıma giren her türlü bilgisayara -ama zor, ama kolay- dediğimi yaptırdım. Sonuçta karmaşık da olsalar deterministik(nedensel) dünyanın vatandaşlarıdır bunlar.

Klozet var mesela kafayı taktığım. Yanlış olmasın, kafamı klozetin herhangi bir yerine takmıyorum. Hele içine hiç sokmuyorum(Belki biraz kıçımı sokuyor olabilirim). Ama sonuçta ne kadar karmaşık olabilir ki: Delik var, sıçıyorsun. Su rezervuarı ve o rezervuarın içeriğini, senin içeriğinin üzerine boşaltmak için bastığın bir düğme var. Nasıl bir dert olabilir, olamaz dert falan. Nettir olaylar. Ne bileyim, kalın sıçmışsındır, klozet bunu kabullenmek istemeyebilir, ikna edersin. Ya da işte sular kesiktir, rezervuar boştur, dolmamıştır. O düğme bozuktur, ya suyu boşaltmaz ya da boşalmış suyun yerine yenisi dolmaktadır ya, şamandıra durdurur akışı düğmeye bağlı şekilde, takılır, sürekli akar falan. Siz hiç, herşey düzgün olduğu halde size olan kızgınlığından dolayı su boşaltımını reddeden klozet gördünüz mü. Ya da yaptığınızı gururuna yediremeyip iade edenini?

Kapılar var sonra evde. Açıyorsun, öbür tarafına geçiyorsun. Böyle bir işlevi var insan hayatında kapının. Ayırıcı olduğu kadar buluşturucu da. Kapı mesela arkasına geçip üşüyeceğiniz(dışarı çıkıyorsunuz) düşüncesi ile açılmamazlık eder mi. Etmez. Açılmıyorsa başka bir nedeni vardır daha basit(Occam'ın usturası ilkesi). Kilitlidir vb. Yani bir kapının en beklenmez davranışı siz giderken arkanızdan gıcırdamasıdır. Üzüldüğünden değil, yağsız kaldığındandır o da.

Koltuk var başka bir gıcırdayan. Aha yine gıcırdadı bak. O da "hayvan herif, niye abandın üstüme, kalk" demiyordur. Hele ki "Beni ne doktorlar istedi de annem, işlemeli kanepeyi dinlemedim" hiç demiyordur. Vidaları gevşemiştir.

Ev eşyalarında hayat nettir. Karışık ve düzensiz ve değişken ve tahmin edilemez değildir.

Kombiyi düşünün şimdi. Evet evet kombiyi. Hadi hep beraber kombi düşünelim, ya da olmadı, şofben düşünün. Kombi fıtratı gereği su ile ilişkili bir hayvandır. Su damlattığında kara kara düşünmezsiniz acaba üzüldüğü için mi ağlıyor yoksa sevindiği için mi demezsiniz. Pis sömürgeci ingiliz anahtarını alır sıkarsınız, damlatmaz(Damlayan yere ped ya da bebek bezi bağlamak reklamlarda olur, ki saçma).

Telefon, düğmeleri var. Basarsın, dediğini yapar. Ocak, bunun da düğmeleri var, çeviriyorsun. O da öyle, ne dersen onu yapar. A evet lamba da öyle.

Şimdi gelelim zurnanın (üflediğin için) zırt dediği yere. Evde bunlarla ve bu çeşit bir ilişki içinde yaşadığında başka çeşit ilişkilere kafa yormak istemezsin. Saçma gelir. Anlayamazsın, anlamlandıramazsın, reddedersin, kaçmak istersin eve.

Determinizm ile ilgili ama yazı ile ilgisiz not: http://caglarbilir.blogcu.com/1191049/



10 Şubat 2008 Pazar

Dinliyoruz madem, yazalım bari:Kulaktan klavyeye


mevlam gör diyerek iki göz vermiş

bilmem ağlasam mı ağlamasam mı

dura dura bir sel oldum erenler

bilmem çağlasam mı çağlamasam mı


mahsuni şerifim dindir acını

bazı acılardan al ilacını

pir sultanlar gibi darağacını

bilmem boylasam mı boylamasam mı



--duyanın notu:--



arada şu dörtlük de var ama söyleyen söylemedi



(yoksulun sırtından doyan doyana

bunu gören yürek nasıl dayana

yiğit muhtaç olmuş kuru soğana

bilmem söylesem mi söylemesem mi)



***************************************

yıldız akşamdan doğarsın

dağlara boyun eğersin

ben gibi yar mı seversin

doğmayaydın mavi yıldız



yıldızlardan ... alsın (duyamadım)

benim gibi perişansın

yardan bana bir nişansın

doğmayaydın mavi yıldız



****************************************



hasretinle beni

büryan eyledin

beklerim yolların

gel efendim gel

gönül kuşu aktı

cevvan eyledi

beklerim yolların

gel efendim gel gel

evvel ahir sensin

dönmezem senden

meyli muhabbetin

çıkar mı candan

gönül göç eyledi

kevri?? mekandan

beklerim yolları

gel efendim gel gel

softalar çoğaldı

haddini aştı

ot düştü sineme

ciğerim pişti

şimdi ?gayret şahım

?merdana düştü

beklerim yolların

gel efendim gel gel

beklerim yolları ali ali

gel efendim gel gel



******************************



beni ağlattın güzel

derde bağlattın güzel

ele bıraktın güzel

böyle olur mu



dereler çağlar oldu

gözlerim ağlar oldu

gelmedin aylar oldu

böyle olur mu



attın gurbet ellere

bıraktın yadellere

saldın dilden dillere

böyle olur mu



**********************************



deymen benim gamlı yaslı gönlüme

ben bir selvi boylu yardan ayrıldım

evvel bağban idim dostun bağında

talan vurdu avya nardan ayrıldım



kumru gibi gökyüzünde dönende

baykuş gibi viran yurda konanda

çok ağladım ferhat gibi çöllerde

şirin gibi zülf-ü yardan ayrıldım



************************************

(gesi bağları okuyo.. ama bu kız çocuğundan yazmayacam bu türküyü.

belki bi ara kendim okurum... geç.. )



*************************************

Not: Trt, Türkülerle Süper Gece programı, dinlerken. Kulaktan klavyeye serisi için Sozler sınıfının diğer yazılarına alalım sizi lütfen...



7 Şubat 2008 Perşembe

Durum güncellemesi ve belki sezon sonu

Efendim, önce Sonuç gibi durum demişiz, adından bağımsız olarak, ilk başta.
Sonra da Aile babası olduğumuzu kabul etmişiz.

Şimdi de durumu netleştirelim dedik. Yazıların yorumlarında da dediğimiz gibi (ama yeterince geciktikten sonra) balkonu devraldık tekrar. Ama doğal olarak alışmış kudurmuştan beter. Bakınız aşağıya. Sanki etrafında yuvası varmış da, yuvanın salon kısmında uyuklarmış gibi, değil mi.




Huylu huyundan vazgeçmiyor, çete yine yine buralarda biz balkonu temizlesek de. Utanmazlar  rezervuar köpekleri pozu da verdikler bakın.




O tepesindeki nedir dersiniz diyerek elemanı çektim kenara, ayrı aldım. Çakal dalaşmış biriyle, belli.




Yani sonuç olarak, ben ortamı temizledim ama onlar gidici değiller. En azından sahiplenmeyecekler artık diye düşünüyorum, periyodik bakımları ihmal etmeyeceğim bir iki ay. Belki ayaklarını keserim (lafın gelişi).

5 Şubat 2008 Salı

İletişimde sıra/süreç

Biz işimiz gereği TCP/IP süitinin içindeki TCP isimli iletişim kuralını
anlatırken "bağlantılı" bir iletişim kuralıdır deriz. Bağlantılı, yani
"connection oriented" olan şeyleri size anlatmayacağım tabii ki. Demem
o ki bu yazının konusu olan şeylerin kıymıkları ta oralara uzanmakta.
Bir iletişimin bağlantılı olması çok zayıf bir kavram. Derdimi
yeterince anlatmıyor aslında.

Ben iletişim bir süreçtir demek istiyorum. Cımbızlanamaz. Bir başlangıç
ritüeli vardır, bir bitiş ritüeli vardır. İletişimde devamlılık da
esastır mesela. İletişmede bir sonraki adım bir önceki adıma bina
edilir, bağlıdır, bağımlıdır. Eğer her bir iletişim(konuşma, yazışma,
görüşme, sürtüşme, sevişme.. (ehem bu sonuncu olmadı)) lokması
incelenecekse, irdelenecekse tek başına irdelenemez. Etrafı ile
ilişkili olduğu için tüm bağlam incelenmelidir. Öncülü, ardılı nedir,
ne olmuştur, bakılmalıdır.

Basitleştirmek gerekirse bir fıkra şablonu ile, en ünlüsü şu "Namaz
kılmayın" hadisesidir. "Adam namaz kılmayın dedi, vre kafir" de
diyebilirsiniz, sakin sakin dinleyip aslında cümlesinin "Abdestsiz
namaz kılmayın" olduğunu görür ve takdir edersiniz. Böyle birşeyden
bahsetmeye çalışıyorum cımbızlanamaz derken.

Cımbızlanamaz, cımbızlanmamalıdır. İyi incelenmelidir. İletişim kimden
başlamış, kim tarafından cevap verilmiş falan filan. Mesela tersinden
bakarsanız olmaz. Cevap vereni iletişimin başlatıcısı gibi görürseniz
örneğin, herşey tepetaklak olur.


E bu ne ki şimdi demeyiniz. Bazen en basit ve açık olanı bile belli
etmek lazım. Ayanı beyan etmek diyelim biz buna. Belki bu yöntemin
faydalarını da başka bir yazıda inceleriz.



2 Şubat 2008 Cumartesi

Gündem sömürüsü


Takipçiler farkındadır, burası pek bi etliye sütlüye dokunmaz görünür. Şöyle bir bakan "pek lümpen be" bile demiştir muhtemel. Okuyorum iddiasındaki de "farklı, sıradışı" felan diyerek açık edebilir belki bu fikrin kuzenlerini.
Özünde yazan kişi olarak ben anlaşılamasam da çok da yakından irdelediğimi düşünürüm gündemi. Ha anlatmayı becerememekteyim, orası kabul edeceğim bir gerçek. Yapıcı tarafından(kemiksiz yani) eleştiriler de alırım, "daha anlaşılır yaz, amacına ulaş" diye. Yapabilsem olacak da, yapamıyorum işte.

Bugünlerde birçok gazete köşe yazarının da incelediği gibi, artık yorumlanamaz, incelenemez, etkileri değerlendirilemez, hatta bırakın bunları, takip bile edilemez hızda gündem değiştiriyoruz. Çene ishali olmuş gibi millet, neresini tutacağız belli değil. Fil girmiş züccaciyeciye, mabadı sallandıra sallandıra geziyor, bi halt da alacağı yok da, endam gösteriyor. Hangi birini tutmaya çalışacaksın ki devrilen çamların. Yani bunu bile yaptılar. Denilen ve gündem başlığı olan lafları satır satır listeleyip, her birine birer satır doğrusunu yazıp başetmeye çalıştı yazarlar, o bile olmadı. Anacım bunlar nasıl sçıyorlarsa, silsen de izi kalmakta. Yani ayıp olacak ama güvercinlere, onlardan bile becerikliler bu konuda çene ishallilerimiz. Yani son bir ayda gördüklerimizden, yaşadıklarımızdan anlıyorum ki, eğer Japon olsak en az on harakiri izlemiş olurduk, ya da ne bileyim hepimiz şaşırmış Hollandalı olsak k.ip-ne.yim ama seviyorum, istifa ediyorum lafları görmüş olurduk. Anlatamadım işte ama böyle birşey. Konuş konuş bitiremediler.

Biliyorsunuz başka bir seride irdeledik, iletişimde(burada konuşmayı bir alt kolu olarak aldım iletişimin) "ne anlattığınızdan çok nasıl anlattığınız önemlidir, hatta ne anlatmadığınıza da dikkat edilmelidir aslında" gibi küçük sonuççuklara varmıştık. Şimdi bu kadar konuşulunca diğer hiç bi işe vakit kalmıyor ve yapılmayan işlerin de üstü örtülüyor gibime gelmeye başladı. Ya da yapılan işlerin üstü de örtülüyor olabilir pekala. Yani azıcık bi iş beceriyorlar, onu da yanlış işi yanlış yaparak ediyorlar, üstüne de kum atıyorlar kedi gibi galiba; Diyorum, ne dersiniz.

Çingeneleri ve diğerlerini çok severim, ve hatta böyle ayrımcı lafların koşutunu, daha reel politik olanlarını aramak da isterim lakin tam da burada "Merd-i kıpti şecaat arzeder iken sirkatin söylermiş" diyesi gelmekte insanın apansız.

Hani gündem ya yazının gündemi, zaman tam adı haber olan ama haber niyetine hiçbirşey bulamadığım şeylerin zamanı iken hızlı hızlı geziniverdim aptal kutusunun içinde. Biri diyor ki onbinler, iki adım ötede öbürü de diyor ki yüzbinler. Hadi bugün özlü sözlerden gidelim, bizde adama "ya sayı saymayı bilmiyorsun ya da dayak yememişsin" diye sorarlar yekten.Bu ne iştir kardeşim. Senin o reklamlardan aldığın paraların yüzü suyu hürmetine bari, azıcık işine saygın yok mu. Ya işini yapamıyorsun, uyduruyorsun ya da hesap peşindesin. Uzatıyorum evet, ama açıkçası şöyle basit şekilde özetlenmiş zamanında "gaflet ve dalalet(delalet değil) ve hatta hıyanet" diye. Seçin birini kardeşim de, bilelim kimlerle aşık attığımızı.

İş bilmez diye naif tarafından yaklaşalım. İşte o zaman da en yaman tarafına denkgeliyoruz sorunun. İşi bilen değil bilmeyen yapıyor. Yani liyakat sorunu var. Yazık ama şu laf da edilmiş çok önce ve bugünün baş ağrılarının baş üstüne koyacakları kişi tarafından "işi ehline vermek" diye. Ama nerde. büyüğe vefa sözde kaldıktan sonra. Ha ne diyorduk, işi bilmeyen yaptığında o iş yanlış yapılır anacım. Herşey yanlış olur. İşi yapamadığında kapatmak için işi yanlış yaptığını göreceklerin gözünü başka yere çevirtirsin onları kayırarak. Adam ayırırsın. Yaltakçı olursun. İşler olmazken oluyormuş gibi edersin. İşte o zaman da yaşadığın ve memleketin en büyüğü olan şehrinin yüzde altmıştan fazlası kaçak olur. Şehrin diyorum, tüm şehrin. Eğer bunun farkına varırsan çok daha net görmeye başlarsın bizle en patlayanından maytap geçildiğini. Adam işini yapamıyor ki, yetişemiyor. Belki yetişmek istemiyor ya da yetişirse başkalarının ayağına basıyor olacak, o kadarı hak almak olacağından girmeyeyim ama arkadaş... ne diyeyim. Tüm şehrin... hepsinin... yarıdan fazları aslında şehircilik adına yürümesi gerektiği gibi yürümemiş. Yok olması lazım aslında. Şehrin bu kadar büyümesine birşey demem ama sen bu büyümeye nasıl yetişemezsin arkadaş. Hadi bu bahsi de kapatıp daha derine inelim. Bu iş bilmezlik ve yapamamazlık neden kaynaklanıyor diyelim.

"Eğitim şart" diye alay klişeleri üretti değil mi bu toplum, sağolsun. Biz bunu alay konusu ederken adam aldı başını, başörtüsünü yürüdü. Eğitim şart evet gerçekten, biz bunu alay konusu olarak irdelerken aslında daha "evet şart" ve "hayır şart değil" arasında bocalamakta olduğumuzu kaçırdık. Aslında bu noktayı çoktan geçmiş ve nasıl eğitim demeye başlamış, çözmüş ve uygular olmadı idik. Uygular olmalı idik ki o iş bilmez iş yapıcılarımız iş bilir insanlar olaibilsinler eğitimleri süresince. Ama olmayınca olmuyor. Hiç bir yapı beklemez ki senin ona yetişmeni, o gider, sen seğirtirsin arkasından. Olayı yönetemezsen ezilirsin işte. Kriz yönetimi okumak lazım. Ha ben okumadım ama kırbadan sallasam tutar sanırım: "Her şeyde ve her yerde olduğu gibi, sosyal yapılarda da hiç bir zaman boşuk oluşmaz, boş bırakılan yer hep doldurulur alternatifi tarafından". Sen konuyu yönetemezsen başkası yönetir, sen eğitemezsen istediğin gibi, başkası eğitir, sen konuşmazsan başkası konuşur, sen yazamazsan başkası yazar. Sen hakkı hukuku dağıtamazsan başkası dağıtır ya da dağıttırır, sen özgürleşemezsen, gelir biri, özgürleştiriverir makattan. Biz buna da başka birşey diyoruz ya gerdek ve dış kaynak kullanımı ile ilgili, şimdi demeyeyim burada düzünü, ayıp oldu, daha çok olacak.

İşini doğru yapan adam üretmeliyiz(biliyorum sert ama adama ürün gibi yaklaşmak, onu bile beceremedik daha)
Toplum denen saat çok ama çok karmaşık bir dişli sistemi. Ağır yürür. Çok uzgörülü, çok planlı hareket etmek gerekir. Yoksa boş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya. Bakın yine toplumla ve eğitimsizlikle ilgili trajik birşey söyleyip mızırdanmayı bırakayım bu seferlik: Biz memleket olarak yaşamamız için gereken enerjinin yüzde kırkbeş kadarını sadece ve sadece ekmekten alırmışız. Bunun da lafı var hani ekmek yemezsem doymam diye, o hesap. Ama aynı zamanda her gün ürettiğimiz on ekmeğin birini çöpe atarmışız. Komik değil mi. Hani sıçana kadar yiyor da arttırıyor olsak hepimiz, anlayacağım, sadece işini bilmeyen fırıncılarımız var, ellerinin ayarı yok diye ama, acımızdan geberiyoruz, o da ortada. Demek ki sorun var toplumsal olarak da işbilmezlik dışında. (Acaba batının ahlaksızlığını aldıktan sonra mı elde edildi bu oran. Ahlak eğitimimiz çok mu iyiydi.) Onda bir az göründü değil mi. Şöyle anlatayım, her gün 13 (yazı ile onüç) milyon adet ekmeği çöpe atarmışız. Kutsal olanı hani. Yere düşünce öpüp başımıza değdirdiğimiz ve en azından kuşlar yesin diye duvara koyduğumuzu. Onüç milyon somun.

Afiyet olsun.

Not: Sayıları net hatırlamıyorum, onüç değil de oniki ya da onbeş olabilir. O kadarı için affedin.


1 Şubat 2008 Cuma

Gündem dışı

uzlaşmak
(nsz)

    Aralarındaki
düşünce veya çıkar ayrılığını, karşılıklı ödünlerle kaldırarak uyuşmak,
karşılıklı anlaşmak ve mutabık kalmak, antant kalmak:
       "O vakit politika ile mücerret ilmi birbiriyle gayet kolay uzlaşır şeyler sanıyordum."- R. N. Güntekin.




çatışmak
(nsz, -le)

1 .     Birbirine çatmak veya çatılmak:
       "Ulu denizin üstünü çatışan, şimşeklenen kara bulutlar sardı."- Y. Kemal.
2 .     Söz, iddia veya davranış birbirini tutmamak, birbirini çelmek, mütenakız olmak.
3 .     Karşılıklı vuruşmak.
4 .     Kavga etmek.
5 .     Deve ve köpek çiftleşmek.


çelişmek
(nsz, -le)

    Düşünce ve davranış birbirini tutmamak, birbirlerine ters düşmek, tutarsız olmak, mütenakız olmak.


çekişmek
(nsz, -le)

1 .     İki yönünden karşılıklı çekmek:
       "Halat çekişmek."- .
2 .     Bir şeyi birbirine karşı çekmek:
       "Bıçak çekişmek."- .
3 .     Aralarında ad, niyet, kâğıt veya piyango çekmek:
       "Kura çekiştiler."- .
4 .   mecaz  Ağız kavgası etmek:
       "Seninle çekişmek lazım, büyük hareketlerin manasını anlamıyorsun."- P. Safa.
5 .   mecaz  Üstün gelmek için karşılıklı çabalamak:
       "Takımımız birincilik için çekişiyor."- .


ve ayrıca

ödün
isim

    Uzlaşmaya varabilmek için hak, istek veya savlarının bir bölümünden, karşı taraf yararına vazgeçme, ödünleme, ivaz, taviz:
       "Kalabalığa verilen her ödün, verenleri kendi benliğinden, kişiliğinden uzaklaştırıyor."- N. Cumalı.


ivaz
isim, eskimiş Arapça ¤ivaø

1 .     Ödün.
2 .    hukuk  Edim.
3 .     Karşılık:
       "Bugün canım yolda koyam, yarın ivazın veresin."- Yunus Emre.




Not1: Tanımlar tdk.gov.tr'den.
Not2: Bi de: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=haci+ivaz+pasa

27 Ocak 2008 Pazar

Karmaşık basitlik


  • Bulaşık
  • Kahvaltı
  • Çamaşır
  • Bulaşık
  • Süpürge
  • Toz
  • Banyo...
  • Gaz bitti mınakoyiğm, ara.

Gaz almaya gittim sonra, e şehre inmişken de Güveç'e uğramamak olmazdı. Gittim. Erol abi pazara çıkmış, bekledim. Beklerken Nurcan hanım altı aydır oraya gitmediğimi iddia etti(sanırım kendisi Merih zaman birimlerine göre konuşmakta) ki bu iddiası oradaki birçok arkadaş tarafından yalanlandı. Zira daha hafta içi orada idim seferi bir arkadaş ile birlikte. Ha bu arada, allahtan beğendi yemekleri de mahçup olmadık. Selam ederim buradan ona.

Nurcan hanım "benim misafirimsin" dedi, bir ısırganlı sac böreği yuvarladım. Halbuki sadece çay içip Erol abiyi bekleyecektim. Benim misafirimsin demek, para vermeyeceksin demek oluyor. Buradan Nurcan hanıma da teşekkür ederim.

Sonra Erol abi geldi pazardan, kestaneyi altı liraya, cevizi de on liraya almış. Ceviz kabuklu tabi. Oracıkta katır kutur avcumuzda kırarak denedik cevizi, tamam. Güzel. Erol abi gelince Nurcan hanım gitti.

İnsanların tüketilmesi gibi üzücü bir başlık koyabileceğimiz bir paragraf konuştuk üzülerek. Onu geçtik, klasik yemek konularına geldik. Mesela yemeğin tuzu. Kapama mesela, et, tuz ve karabiber. Su bile yok. Sadece bu üç malzeme nasıl olur da bu kadar hoş tat olur dedik. Menünün en tuzlu yemeği, ama bu tuzun altını da kaldırmaz, olacak o kadar dedik. Bu kadar basit tarif ölçünün hassaslığı nedeni ile nasıl bu kadar karmaşık olabilir, nasıl bu kadar uzun konuşulabilir ve hatta aşağı bakarsanız bu kadar sene sonra nasıl olur da bizim deneyimize konu olabilir hala, diye şaşırdım kendi kendime.


Burada utandığım için aynı fotoğrafı iki kez koymadım. Ama siz bilin ki bu üstteki tabak yetmedi üç çatala, aynısından bir tane daha sıyırdık. Kapamaya saygı duyduktan sonra Kütahya Güveci'ne geldi sıra. Bakınız, aynı görüntü.



Bu tabak sonunda da yemeklerin uyumu, sırası ve dengesi olduğu kararına ulaştık. Herşey herşeyle yenmez, herşey heryerde yenmez dedik. Bir yemek adabı, kültürü, mantığı vardır dedik. Mesela burada biz "keskinlik dengesi" kavramını yumurtlayalım da okuyan süslü blog sansın, hehe. Neyse muhabbeti bitirip kaçarken gayri ihtiyari soluma baktım, dolap. İçinde de sıra sıra bana bakan Niğde gazozları. Kaptım birini, "çalıyorum bunu" dedim, "hesaba yazıverin"



Geldim eve, gaz kontörünü yükledim. (Ankara'da bazı doğal gaz sayaçları ön ödemeli. Bir kart var, ona kredi yükletiyorsun, onu da getirip sayaca sokuyorsun. Çok seksi.

Madem gazım var, osurayım...
...
demedim. (ayıp hem)
Banyoyu sürttüm, sonra da banyo yaptım. Aha bu yazıyı da yazıp günü tamamlıyorum, mesudum.

Not1: Doğan gaz kartının, sayacının, borusunun, şofbenin, gaz dağıtım şirketinin vb. kadın olmamasından ve dolayısı ile cinsel organı olmamasından mütevellit, en yukarıda ettiğim küfrün muhatabı yoktur. Havaya edilmiştir. Mağduru olmayınca hukuki olarak suçu da yok. (sanırım)
Dünyevi durum bu. Küfretmek günahsa ayrıca, aha o da benim. Üçüncü şahısların bilgisine.
Not2: Boğaz mı direkler mi dedim, boğaz sanki daha popüler olacak gibi. Hem ayrıca Güvec'i de, bu sınıfı da ihmal ettik yazılarda, Boğaz olsun.


26 Ocak 2008 Cumartesi

Didiy

Doğru işi yapmak
İşi doğru yapmak

İşi doğru yapmak
Doğru işi yapmak

Doğru işi yanlış yapmak
Yanlış işi doğru yapmak

Yanlış işi yanlış yapmak

Doğru işi doğru yapmak
Doğru işi doğru yapmak
Doğru işi doğru yapmak

Yapmamak
Yapmamak
Yapmamak

Yapmamak?



24 Ocak 2008 Perşembe

Ben bunları size gösterdim mi?



Biliyorsunuz, fi tarihinde(geçen bayram) eve gitmiştim. E evde de boş durmadım tabii, orada da yedim. O bayramın kurban bayramı olmasından tamamen bağımsız olarak yedim hem. Antalya gitmelerimin tarihinde ilk kez, gitmeden önce liste yaptım, "Ne istiyorsun oğlum, canın ne çekti ise söyle, yapalım" cümlesine cevabım hazır şekilde gittim yani.
Listem tirmis, kuru köfte, piyaz ve mozayik pasta şeklinde idi. Tirmis nedir diyenler için sözlük önereceğim. Ve evet tirmis dışındaki tüm taleplerime ulaştım. Piyaz zaten görselleştirilmişti, köftenin ise fotosunu ben çekmeyi unuttum parmaklarımı yerken. Size sadece mozayik pasta kaldı arkadaşlar. Buyrun:



Not1: Bu mozayik'in özelliği de normalde yumurtalı yapılıyorken, kendisinde yumurta olmaması ve fındık eklenmiş olması. Mis, mis, miisss. Yapanların elcağızlarına sağlık.
 
Ayrıca şu fotoda görüleceği üzere, başka katılımcılar da vardı yememiz için. Ev yapımı poğaça ve alaman işi ufak ufak şeyler.. bilmiyorum onların adını. Sadece yutmasını öğrendim.


Not2: Yaparız diyerek beni bekleten, Antalya gidişine kadar şişmeme sebep olan mozayik pastası beklentisi maymun edicilerine de buradan selam ediyorum, hehe.


17 Ocak 2008 Perşembe

Demiki Yadaya İkenile Nedahiyili


Bu yazımızda size bir arkadaşımızdan bahsedeceğiz. Demiki Yadaya İkenile Nedahiyili. Adının uzun olduğuna bakmayın, biz ona kısaca Demiki diyoruz. Hatta Dem.

Demiki, Japon bir babadan olma, Hint bir anneden doğma bir insan evladı. Yirmili yaşlarının sonunda. İlk ergenlik zamanlarında, aklının başına geldiğini sandığı yıllarda kendini dünya vatandaşı olarak tanıtıyordu "Sen şimdi nereli oluyorsun, kim oluyorsun Demiki" diye sorduklarında. Net bir cevap verememenin ürettiği o gerginlikten kurtuluş yolu olarak bunu seçmişti. Bu sorunun "Anneni mi seviyorsun, babanı mı" sorusu gibi bir soru olduğuna kendini inandırdığı ve tabii ki saçma bulduğu için böyle bir refleks geliştirmişti. Soranların hep kendisini aşağıladıklarını, bir anlamda alay ettiklerini düşünürdü. Sonra ikibinli yıllar değişiklik yılları idi. O zamanlarda kendisi de bilmiyordu, aslında büyüyor muydu, yoksa dünya mı değişiyordu. Benim dediği dünya pek de öyle düşündüğü gibi yekpare değilmiş, gördü. O zamanlara denkgeldi Türkiye'deki doktorası.

Tahmin edilebileceği gibi en büyük zorluğu dili öğrenmekte çekti. Ama azimliydi. Sonuçta neden olduğunu bilmediği bir iç kıpırdanması onu geldiği bu memlekete bağlamıştı. İnsanlarının sıcaklığı demek çok kolayına gelecekti ve eğer öyle derse geldiği yere de takılıyordu aklı. Öğrendikçe eğlence gibi gelmeye başlamıştı bu dil ona. Korkutuğu kadar değildi aslında. Hatta kolaymış bile diyecekti de, utandı.

İlk başta şu de konusu ilgisini çekti. Bağlaç olan de ayrı yazılıyordu. Hiç sertleşmiyordu. Ya sözünden sonra gelirse de ayrı yazılıyordu. Bulunma durumu olan de ile bağlaç olan de eklerinin nasıl birbirlerine karıştırıldığına da inanamıyordu. Cümle daha okunurken bas bas bağırmıyor muydu, ayrı olan da bitişik yazılan da yerinde zıplıyordu sanki, eğer yanlış yazılmışlarsa.

Ya şu mi ekine ne demeliydi. O da ayrı yazılmıyor muydu aynı kardeşi de gibi. Bu mi öncekinden ayrı idi ama kendisine eklenenler ile bitişikti. Komik, ama alışınca gerçekten mantıklı geliyordu. Zaten bu mi ekine karışan da yoktu. Hep ayrıydı. İşte o kadar.

Bağlaç olan ki eki de hep ayrı idi. Sadece bazı kalıplaşmış örneklerde bitişik yazılabiliyordu. Onları da toparlamak çok kolaydı ki: belki, çünkü, halbuki, mademki, meğerki, oysaki, sanki. İşte bu kadardı ki, zor muydu ki. Değildi işte. Anlaşılıyordu.

Demiki bunlar ve bunlar gibi birkaç tane kafa karıştırıcı yazım kuralını yazdıkça ve okudukça çözmüştü. Çok okuyordu, Yazdıklarındaki olası hatalar için bizden yardım alıyordu. Ama itiraf etmek lazım, biz ona bu ekler hakkında pek de yardımcı olamıyorduk ki. Allahtan imla kılavuzları vardı. Dem, ya o kılavuzlarla çözüyordu dertlerini, ya da edebiyat bölümünde alıyordu soluğu.

Artık bizim dilimizi bizden daha iyi konuştuğunu ve yazdığını söylesek inanır mısınız bize bilmem ama gerçek bu. Bu dile olan hakimiyeti ile biz ve o ayrımını kıralı çok oldu Demiki. Kendi kafasındaki duvarları da kırdı, dumanlı sokakları da aştı Demiki.

En sonunda bulmuştı nerelisin, kimsin sorusuna cevabı, çok rahatça Türkçe olarak "Ne mutlu Türküm diyene" diyordu ve net olarak da anlıyordu bu cümle ne demek istiyordu.

Not1: Konu hakkındaki karamsar bir yazı şurada, Talat Halman'dan: http://www.milliyet.com.tr/2000/07/23/yasam/zhal.html
Not2: Kaynaklar ve öneriler; www.tdk.gov.tr


14 Ocak 2008 Pazartesi

Doğanın insanla imtihanı


Bakınız Atlas Dergisi Ocak 2008 sayısının çok sayfalı konularından önceki, tek sayfalık gündem yazıları:
  • Oyalı ile Zarife; Müjde, Klonumuz Oldu: Ülkemizde klonlanmış iki kuzu haberi
  • Kemaliye; Fırat'ın Canı çekildi: Kuraklıktan etkilenen Fırat ırmağının durumu, 2004, 2007 yılları arasındaki fark haberi
  • Küresel Isınma; Bali Yol Haritası: Küresel ısınma iklim değişikliği konferansına katılan 200 ülke
  • Ayı Olarak Yaşamak: Gelen şikayetler üzerine, koruma altındaki boz ayıların ava açılması haberi
  • Muş; Telliturna İçin Umut: Türkiye'nin son 11 telliturnası haberi
  • Küresel Isınma; Kaç Kaldı 2100'e? : Küresel ısınma'dan etkilenen kuş nesillerinin trajik hikayesi
  • Bitkinin Açlığı: Beslenme amacıyla böcek yakalayabilmek için özelleşen bitkiler
  • Allianoi Korunamadı, Neden?: Yortanlı baraj göletinin altında kalacağı kararının, kurulan üçüncü(ilk ikisi bu kararı almamıştı) akademik bilim komisyonu tarafından alınması haberi
  • Sepet Balı:  Beypazarı'nda çok meşakkatli bir süreçle üretilen bal haberi
İnsan diğer tüm canlılardan farklı. Şimdi burada anlatasım gelmeyen özellikleri(hasletleri değil) var. Bilinci var, değerleri var, hazları var. Var oğlu var.

Doğa ile imtihanında insan, önce bir ortak yaşam halinde idi sanırım. İhtiyaç ile harcamanın elele gittiği bir hayat sürdü. Sonra harcama çok hızlı gitti. İhtiyacından fazlasını üretip tüketmek yani. Şimdi de olan bu bence. Gereğinden fazla tüketim.

İnsanın iki yaklaşımı da uygulayabilme yetisinin olduğunu yaşayarak gördük. Yani doğa ile birlikte yaşamak, ve doğayı kullanmak. Komik olan şu ki burada bir savaş yok. Yani doğa algıladığımız anlamda birlikte yaşamak ve kullanılmak gibi algılamıyor olguyu. Bir didişme yok. Dolayısı ile karar verici olan, süreci yöneten sadece insan. Yani hem trajik hem de komik olan, insanın aslında doğa ile değil, kendi kendi ile imtihan halinde olması. Kendi sonunu getirmek ya da getirmemek için sadece kendisi ile çatışacak insan. Başka kimse ile değil. Kendi bilincini algılayacak, kendi hazlarını tartacak, kendi değerlerini sorgulayacak. Her bir insan bunu sınava girecek.

Devlet, egemen güçler ve benzeri farazi şeylerle ilgilenmiyorum, hepsinin yapıtaşı insan çünkü.


10 Ocak 2008 Perşembe

Tarafsız mavi klozet


Akşam geçtim karşısına klozetin, bakışıyoruz. Ben ona kara kara bakıyorum, o bana mavi mavi. Klozetimin maviliği içinde kayboluyorum. Düşüncelere dalıyorum.

Hatta komik belki ama daldığım düşünceler Hacıbaba baklavaları ile başlıyor. Bakın nerelere kadar gidecek.

seçmek -er
(-i)

1 .     Benzerleri arasında hoşa gideni seçip almak veya yararlanmak için ayırmak:
       "Ben bu kitabı seçtim."- .
2 .     Birine oy vererek bir göreve getirmek:
       "Biz sizi başkanlığa seçtik."- .
3 .     Üstün, iyi, uygun bularak yeğlemek:
       "Benim ne akla hizmet edip de Almanca muallimliğini seçtiğime şaşıp şaşıp kalıyordu."- H. Taner.
4 .     Ne olduğunu anlamak, fark etmek:
       "Sizler gezip tozmakta hür olduğunuz hâlde insan zekâsı ile bir adım ilerisini seçemiyorsunuz, sezemiyorsunuz."- R. H. Karay.
5 .     Farklı görmek, üstün görmek.
6 .     Tercihini bir yönde kullanmak.
7 .   (nsz)  Titiz davranmak, kolay kolay beğenmemek:
       "O yemek seçer, her şeyi yemez."- .


taraf
isim Arapça µaraf

1 .     Ön, arka, sağ, sol, üst, alt vb. yanların her biri:
       "Dört tarafı kesme billur kapaklı bir eski saat..."- R. H. Karay.
2 .     Yön, yan, doğrultu:
       "Deniz tarafındaki çayırdan bir sürü koyun geçiyor."- M. Ş. Esendal.
3 .     Yöre, yer:
       "Üsküdar tarafındaki evlerin camları kor gibi parlıyordu."- H. Taner.
4 .     İstekleri, düşünceleri karşıt olan iki kişiden veya iki topluluktan her biri:
       "Karşı tarafın adamları."- .
5 .     Bir kişinin soyundan gelenlerin hepsi:
       "Baba tarafı zengin."- .
6 .     Bir şeyin belli bölümü, kısmı:
       "Tiyatronun ön tarafı konuklara ayrıldı."- .

Atasözü, deyim ve birleşik fiiller

(birinden) tarafa olmak (veya çıkmak) taraf gözetmek taraf tutmak (veya çıkmak veya olmak)


karar
isim (kara:rı) Arapça ®ar¥r

1 .     Bir iş veya sorun hakkında düşünülerek verilen kesin yargı:
       "Kararımı biradere pek güçlükle kabul ettirdim."- R. N. Güntekin.
2 .    hukuk  Herhangi bir durum için tartışılarak verilen kesin yargı, hüküm:
       "Yargıç kararı."- .
3 .     Bu yargıyı bildiren belge:
       "Mahkeme kararını aldı."- .
4 .     Değişmeyen, düzenli durum, düzenlilik, yöntemlilik.
5 .     Değişmez olma:
       "Havanın hiç kararı yok."- .
6 .     Tam ölçüsünde, ne az ne çok:
       "Yemeğin tuzu karar."- .
7 .    müzik  Türk müziğinde, taksim yaparken ana makama dönüş.

Atasözü, deyim ve birleşik fiiller

karara bağlamak karara kalmak karar almak karar altına almak
karara varmak (bir şeyde) karar bulmak kararında bırakmak
karar kılmak karar vermek


savunmak
(-i)

1 .     Herhangi bir saldırıya karşı koymak, saldırıya karşı korumak, müdafaa etmek.
2 .     Hareket veya düşünceyi söz ve yazı ile doğru, haklı göstermeye çalışmak.
3 .     Yapılan bir suçlamaya veya ithama karşı kendi haklı gösterecek sebepler ileri sürmek.
4 .     Bir kişiyi desteklemek, ona arka çıkmak.
5 .    spor  Futbolda bir takım kendi kalesini korumak için oyun süresince çaba göstermek.




Biz bazı fikirleri savunurken, başkalarını o konularda ikna edip aynı tarafa çekmeye çalışırken ne kadar taraflıyız, tarafsızız. Hadi başkalarına gerek yok, kendi başımızayken, aldığımız bazı kararları ne kadar inceleyerek alırız acaba. Yani ne kadar sağını solunu, altını üstünü tartarız. Yoksa tartmaz mıyız, sadece taraf olarak mı seçeriz.
Seçmek ne kadar tarafsızdır.
Kararlar hep seçim midir, seçmeden karar alınabilir mi.
Yani bir konunun olası her yönünü değilse de, yeterince karşıt yönlerini inceler miyiz genelde. Yoksa tadı hoş gelen bi yönün ucundan tutup üstümüze geçiriverir miyiz. Sonra da bak, bu mor, ne kadar yakıştı, sana da yakışır mı deriz. Bunun, kocakarı ilacını evde fabrikasyon üretmekten ne farkı vardır.

Ben uzun süredir seyrek yazar oldum, az yazmamın sebebi de biraz bu. Bir fikir var belki aklımda, ama diyorum ki bu kadarıyla ahkam kesersem kesin hata yaparım. Konuyu iyi kapsayamam. İnsanları yanlış yönlendirebilirim, yönlendirmesem bile yanlış yapmış olurum diyorum, yutuyorum. E madem dert bu, en iyisi derdi yazmak dedim. Böyle. Bu da fikir yazısının kendi kendini didikleme yazısı olsun.

Not: Mavi gözlü klozet mi, o sonra. Söz verdiğim bok püsür yazısında irdelenecek.
Not2: Tanımlar yine www.tdk.gov.tr'den.


Kıçımın mutluluk fabrikası


Bi vakit önce ben, televizyondaki reklamlara takmıştım. Sonra unutmuşuz bu konuyu. Aslında bin tane reklam var da çemkirilecek, şimdi aklımda biri var iyice sinirimi bozan. Hani siz de farketmişinizdir kafakola reklamı.
Bu reklamı izliyorum izliyorum, aklımda bir soru:
Yani Kaka Kolayı böcekler mi yapıyo anacım.

http://www.youtube.com/watch?v=ZXqLQzXHL_w


5 Ocak 2008 Cumartesi

Bayat soru


Beş, belki altı yıl kadar önce (yoksa daha mı eski idi yahu... iki bu ev, iki öbürü... dört eder. ikibiniki, iki burda, beş orda. ikibinbir... öyle birşey herhalde işte) aklıma bir soru gelmişti. O zaman bilebileceğini düşündüğüm arkadaşlara sordum, cevabını bulamadık. Sonra soruyu da kaybettim. Şimdi denkgeldi, soru yeniden geldi aklıma.

Belki bir şans, özel ilgi alanı olan vardır, seven, merak eden olur. Belki kafası benzer dönen vardır. Deneyelim tekrar sormayı, hatırladığımız kadar.

Rüyamda mı gördüm, izledim de unuttum, aklımda mı bunlar kaldı bilmem ama; gözümün önünde bir enstantene var, onu anlatacağım. Bu nedir diye soracağız. Herşey -sanırım- kodlu yanlız. Emin olmadan anlatıyorum.

Küçük, yaklaşık elli, altmış metrekarelik bir kare salon düşünün. Dumanaltı. Üç, belki dört duvarda balkon var. yani çepeçevre balkon. Salona, alta bakıyor balkon. Burası bir meyhane gibi. Loş değil ama iyi aydınlatılmamış. Sanki giriş de altta heybetli, perdeli bir giriş şeklinde. Bir köşede sanat müziği ekibi, yerlerinde. Salonda ve balkonlarda masalar var. Masalarda insanlar. Dinleyiciler. Hepsi takım elbiseli, kibar. Salona bakıyorlar. Paşa geliyor mu, zaten orada mı bilmem. Herkes sessizce izliyor. Paşa "unutma beni" gibi sözlerin geçtiği bir şarkı söylüyor. Bitiriyor. Herkesi eli ile selamlıyor ve "unutmayın beni, hep hatırlayın" gibi birşeyler söyleyip çıkıyor. Herkes alkış. İzleyenleri anlatmak isterim ama anlatamıyorum. Zeki Müren'i büyülenmiş gibi izlemek. Ama daha çok saygı.

Kafamdaki kayıt böyle birşey. Azı çoğu, varı yoğu, dahasını bilmem. Hatırlayamıyor, çıkaramıyorum. Gerçek mi, beynimin bir oyunu mu bilmem.

Şimdi arkadaşlar, bu nedir. Bir klip midir, bir film midir, nedir. Ama aslında asıl soru; bu şarkı hangisidir. Böyle bir şarkı var mıdır. Yalnız, Esmeray'ın söylediği "Unutma beni" değil kesinlikle. O cevap kabul edilmiyor.

Hadi buyrun. Bakalım buradan çıkacak mı. Yıllar önce İnternet de yoktu pek, umarım birşeyler bulabiliriz.

Not: Soru bu sefer nasıl denkgeldi sorusunun cevabı ise; 'Bir dizide karşıma "Gurbette ömrüm geçecek" türküsünün çıkması, onun sözlerini aramam, ilgili bilgilerden iyi söyleyenlerden birinin Zeki Müren olduğunu öğrenmem' şeklinde...