31 Mart 2008 Pazartesi

Kutlama ve Duyuru


Sürgün'ün yorumlarını ve benim cevaplarımı takip ettiyseniz çok önceden(birkaç ay önceden) planlanmış bir kutlamam var. Kendi doğumgünüm bilindiği üzere onbeş kasım. Ben bugün kendi doğumgünümü kutluyorum kendi kendime. Pastalı, mumlu falan değil ha. Sadece içimde kutluyorum. Sanki bir yaş daha büyümüşüm ve aynı zamanda gençleşmişim gibi. Bir adım daha atmışım, bir kapı daha açmışım gibi. Hem belki Pandora'nın sakladığına erişmek için bir kutu daha açmışım gibi. Çok da burkmanın gereği yok, birçok şeymiş gibi işte.
Kutlu olsun.
Ama sadece doğumgünü değil, başka şeyler de kutluyorum. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı da kutlarım. 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımızı da. 30 Ağustos Zafer Bayramımızı da. Eylül'ün son gününde başlayacak Ramazan Bayramımızı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımızı, Aralıktaki Kurban Bayramımızı ve Yılbaşımızı da. Hepsi hepimize kutlu olsun.
Öylesine değil, birlik beraberlik adına da değil. Bu zamansız kutlamanın sebebi, kuvvetle muhtemel, benim, bu saydığım zamanlarda buralarda bulunmayacak olmamdır. Yazının bu noktadan öncesi şaka değildi, emin olun, bu noktadan sonrası da şaka olmayacak. Tarihin şakacılığından da bağımsız, şaka olmayacak.

Bazılarınızın zaten bildiği, bazılarınızın tahminlediği, bazılarınızın ise bihaber olduğu üzere, ben 1 Nisan 2008 tarihi itibariyle askerim.

Hemencecik, artık mekanikleşmiş bir şekilde ilgili bilgileri vereyim: Şu anda kısa dönem erbaş(birbuçuk ay acemilik ve sonrasında altı aya tamamlayacak şekilde usta birliği) mı ya da asteğmen(yapacağınız işe göre onsekiz gün ya da üçbuçuk ay acemilik ve sonrasında oniki aya tamamlayacak usta birliği) mi olacağım belirsiz. 1 Nisan itibariyle askerliğimden gün almaya başlamakla birlikte ne sınıf asker olacağım vb. 10 Nisan gibi belli olacak ve -tahminen- 12 Nisan gibi birliğime teslim olacağım. Kısa dönem olursa internet ile ilişkim olabileceğini sanmıyorum. Uzun olursa da söz veremiyorum. Yani bilemiyorum.
Kullandığım bilgisayarım şahsıma ait değil, bugünlerde şirkete teslim ediyorum. Ankara'da kirada oturduğum evden çıkmamı istedi ev sahibesi, evi boşaltmak işleri ile de uğraşıyorum bu süreçte. O nedenle bu yazı yüksek ihtimalle son yazı olacak. Askerlik ile ilgili durumlar, güncellemeler vb. bu yazının altına yorum olarak, belki gelebilir, bunun da sözü yok. Blog açık kalacak. Yorumlar da bugüne kadar olduğu gibi kalacaklar.
Blog'un anahtarı Gökhan'da(eryol.blogcu.com). Herhangi bir haber onun tarafından ya orda ya burda yayılacaktır. Gereğinden fazla uzattım, biliyorum. Ama bu konu(askerlik) blogun hayatında bu yazıdan ve olası yorumlarından fazla yer etsin istemiyorum pek, ondan uzamakta. Zaten o yüzden de bu haberi geciktirdim. Ufak bir rica; lütfen birliğime katılacağım tarihe kadar, olası internet kullanımlarımda okuyacağım yorumlar, zor okunur yorumlar olmasın arkadaşlar.

Bitirirken, saygılar ve teşekkürler hepinize.


26 Mart 2008 Çarşamba

Öylesine, kayıt altına alınsın diye


"Ben bilmem, beyin bilir"

İmza: Omurilik                                   



24 Mart 2008 Pazartesi

Daha kaç kere


Üçler beşler yediler
Kırklar
Tek diyen, dörtyüz yirmiyediler, altıyüz yirmiüçler ve otuzbeşbinler
Akıp giden, gezilip yalan olan Ondört yıllar, bin yıllar ve ondörtbin yıllar
Okunan seksenbinler


22 Mart 2008 Cumartesi

Korkuya dair


Güzel, üç kıllık zamanda su ısındı. Aferim şofbene.
Duş. Suyun altındayım, ve evet... fikrim geldi. Bakalım neymiş:

Gündelik olaylarda, klasik alelade yaşantıda, korkmayı unuttuğumu farkettim. Korkacak şeyler yaşamıyorum çok.

Burada yeni bir paragrafa geçip açıklama yapmalıyım. Harikayım, korkusuzum falan demiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Ki değilim zaten. Ölümden ve benzeri kocaman olgulardan tabii ki korkarım herhalde, bilmiyorum. Benim söylediğim gündelik hayat, işemek, sıçmak falan. Trafik kazasından, birinin edeceği bir laftan, belirsizlikten, olacaklardan, olmayacaklardan, ne olacağından ve bunun gibi bi ton şeyden... korkmuyorum. Sadece sıkılıyorum. Bunalıyorum. Rahatsız oluyorum.

Örnek vermek gerekirse araba ile bir viraja girilmemesi gereken bir hızda girmişsem korku değil de, neden girdim böyle, şimdi ne yapmalıyım diye düşünüyorum. Kızıyorum falan kendime. Arabanın kıçı, başı kaydı ise iyice öfkeleniyorum mesela. Ya da ne bileyim, bundan sonra ne olacak, şundan önce bunu mu yapmalıydım ki o böyle olsaydı gibi cümleler ve düşünceler beni korkutmuyor. Sanki bu hissin bir ilerisine geçtim. Korkmaktan bile sıkıldım sanki. Ya da çok kanıksadım. Daha çok düşünüyorum ne olacak diye, ne oldu diye, hata ne idi diye. Daha da komiği bundan da bunaldım herhalde.

Neyse, bu düşüncelerden bir çıkarımda bulunabilir miyiz, bakalım. Çok izole, rafine ve tekdüze yaşıyoruz. Süreki geri sar, yeniden oynat düğmeleri üzerinde parmaklarımız. O nedenle alıştık. Değişiklik ve bilinmezlik korkutmalı belki insanı. O da yok.


20 Mart 2008 Perşembe

Yalaka, sırnaşık ve adam satıcı

Yurdumun batı kısımlarında çiğdem diye anılan ayçekirdeği ile yurdumun
herhangi bir kısmında kel diye anılmayan kabak çekirdeğini
karşılaştırmalı olarak incelemek istiyorum.



Yerken hiç dikkat ettiniz mi bilmem ama kabak çekirdeğini çitlediğinizde kabuğu dudaklarınıza yapışma eğilimindedir(temayül).

Buna mukabil, ayçekirdeği ise dişler tarafından maruz bırakıldığı
ayrışma, parçalanma davranışına karşı birlik içinde kalma arzusunu
kabukların birbirlerine aşk ile tutunmaları şeklinde gösterir. Bunu;
özü, nüvesi yani çekirdek içi, kendisinden darp ile koparıldığı halde
yapar. Bir anlamda "kaybedilen çekirdek ile ölünmez, kalan kabuklar
bizimdir" diyerek uygular. Kabuklar ağzınızda siz herhangi bir uğraşıya
girmeden kendi aralarında toplanırlar. Siz bunu tek harekette
dudaklarınızdan çekirdek kabuklarını defedebilirken farkedersiniz. Ama
sırnaşık kabak çekirdeği öyle midir ya. Değildir. O parçalanırken
çekirdek içini dilinize teslim etmekte sanki isteklidir. Bırakıverir
kendisini. İnanılmaz! Ama bunun da ötesinde, kalan kabuklar
dudaklarınızı terketmemek için sanki çekirdek üstü bir gayret
sarfetmektedirler. Yapışır kalırlar dudağınıza. Birbirlerini anında
satarlar ve size tabi olurlar. Siz, hiç bir işe yaramayan aşağılık
kabak çekirdeği kabuklarını defetmek için fazladan enerji harcarsınız.
Böyle de kişiliksiz kabuklardır bunlar.



Kabak çekirdekleri dudak fetişistleri midir acaba. Haydi, elele tutuşalım, gözlerimizi kapatıp hep birlikte düşünelim.




15 Mart 2008 Cumartesi

Altın, Yakıt ve Yonga


Ya da kan, ter ve gözyaşı
Ya da belki sürdürülemezlik, tükenme ve yokoluş

Evim ile işyerim arası kuş uçuşu iki, araç yolundan da üç nokta iki kilometre kadar. Işıklar olmazsa en fazla altı ya da yedi dakika sürdüğünü konuşmuştuk daha önce. Dünyanın en derin altın madenlerinden biri olan Tautona ise, yeryüzünden aşağı doğru üç nokta altı kilometre derinliğinde. Bunu sayı olarak da yazayım isterseniz. 3600 metre. Asansörle dibe bir saatte iniliyor. Bu asansörün hızı, eğer yanlış hesaplamadı isem yaklaşık ellisekiz kilometre bölü saat. Yani benim işe araba ile giderken ulaştığım hızlara yakın. Sıfırdan eksi üçbinaltyüze inilip orada çalışılmıyor. Madenin yaşamı boyunca dele dele, yeraltında bulunan damarlar takip edile edile ilerlenmiş. Yeraltında sekizyüz kilometre tünel ve benzeri yol var. Plan ve çalışma, madeni üç nokta dokuz kilometre derinliğe ulaştırmak için sürmekte. Binlerce işçi çalışıyor ve yılda beş işçi ölüm oranı var. Altın damarı televizyonda gördüğüm kadarı ile en fazla yirmi santım kalınlığında ve etrafından biraz farklı renke olan bir taş silsilesi. Yirmi santim kalınlığında saf altından bahsetmiyorum. Elinize alsanız bildiğiniz taş. O taş yukarı çıkarılıyor, uzun bir ayrıştırma ve saflaştırma sürecinden geçiyor. Çıkarılan taş, elde edilen altın oranını meraklı okuyucuya ödev olarak veriyorum. O girdiyi elde edebilirsek eğer yılda elde edilen altın ağırlığını bulup 300 kilo insan eti ile oranlayıp güzel bir değerlendirme yapabiliriz topluca. Üçyüz kilo, zira o madende çalışan işçiler güney afrikalı zenciler çoğunlukla, ve gördüğüm kadarı ile çoğu zayıftı. Herhalde madende çalışacak işçiler tıknazlardan seçiliyor.

Ben işe araba ile giderken yolda araç mazot yakıyor. Yani fosil yakıt. Fosil yakıtlar şu anda biliyorsunuz, insanların birbirlerini öldürmelerinin, ülkeler istila etmelerinin, ülkelerin kargaşaya sürüklenmelerinin, ya da ülkelerin diğerlerini bilinçli olarak kalkındırmamalarının sebebi. Birçok başka yan etkileri de var ama benim canım şimdi ozon tabakası delindi, küremiz ısındı diye mızırdanmak istemiyor(yanlış anlaşılmasın, o da gerçek). Ortaya çıkınca bokunda boncuk bulmuş gibi sevinen insanoğlu şu anda çözüm yöntemlerinden biri olarak biyoyakıtları koymuş durumda. Biyoyakıt dediğimiz şey fosillerden değil, biyolojik malzemeden(bitki) üretiliyor. En çok mısır, soya, şekerpancarı, palmiye gibi bitkilerden elde ediliyor. Komik ama bu tür yakıtı elde etmek için gereken girdiyi üretirken, yani bitki yetiştirirken insan, kendi yiyeceği bitkileri yetiştireceği kaynakları harcıyor. Suyu, toprağı harcıyor. Sonuç olarak yiyecek fiyatları artıyor. Küresel olarak artıyor. (Bi balonu şişirdiğinde heryeri şişer ey küreselleştirmeci, heryeri incelir) Daha da komiği, bu yakıtlar kullanıldığında ortaya çıkan karbon emisyonu ve diğer zararlı atıkların fosil yakıtlara göre o kadar da anlamlı faydayı sağlamadığı yönünde incelemeler var. (Bu cümleyi güzel kuramamış olabilirim, ama siz anladınız)

İşe vardığımda bilgisayar kullanıyorum, yapıp sattığım ürün yüksek teknoloji elektronik malzemeler içeren bir ürün, içinde yongalar var bolca. Yonga gündelik hayatta bizim çip(chip) diye bildiğimiz şey. İşte, bilgisayarlarınızın işlemcileri, bellekleri vb. şeylerin ana malzemesi. Silikondan yapılıyor. Ama hiç seksi değil. Yaklaşık iki gram ağırlığında bir silikon yonganın üretilmesi esnasında kabaca bu ağırlığın kırk katı(seksen gram) kadar kimyasal aşındırıcı malzeme kullanılıyor. Aynı zamanda yine iki gram yonga için yaklaşık otuz iki kilo kadar saflaştırılmış su kullanılıyor. Bunu da sayı ile yazmakta fayda var, 2 gram yonga için 32000 gram su, safından.

Başta uyarmalı idim, bu yazı bir yere bağlanmayacak, ama belki sansasyonel olsun ve sıkılmış okuyucuyu eğlendirsin ve aynı zamanda da bunaltan gündeme dokundurma içersin diye şöyle bağlayabiliriz:

Hani bi çene altı vardı,
sevgili çanaktutucugeçicimuhalefetpartimizinbukonudaşuandakisessizliği
göt üstü olarak yorumlanabilir mi, oturulanından.
Memleketimde ağlamayana meme vermezler evet, ama ey canına yandığım memleketim, ağlayıp duran bebe sandığın, kazık kadar olmuş partiye de, bu verdiğin memenin bir sınırı yok mu.

Ya da bana ne, biri altın didiklerken, biri yiyemediği mısırı hasat ederken, biri içemediği su ile silikon yonga yaparken ölür, biz de birbirimizi yerken ölelim. Yakışır bize.

  • http://en.wikipedia.org/wiki/TauTona
  • http://en.wikipedia.org/wiki/Biofuel
  • http://en.wikipedia.org/wiki/Food_vs_fuel
  • http://www.guardian.co.uk/environment/2008/feb/11/biofuels.energy
  • http://www.enviroliteracy.org/article.php/1275.html


8 Mart 2008 Cumartesi

İki parmakla inceden bir selam çakmak


Şu yazıda özellikle yorum kısmında saklayarak birşeyler karalamıştık, şimdi vakti geldi ön sayfaya taşımanın, hem altına başka şeyler de ekleyeceğim.

***********************
Venn Şeması ya da Kesişen Kümeler

Kaç çocuk doğar, kaçı yaşar. Kaçı büyür, büyürken müzik yapma hayali kurar. Kaç çocuğun talihi doğduğu coğrafyadan kopabilir, ya da kaçı böyle sanır. Kaçı coğrafyasını bir değere çevirir. Kaçı hayalini gerçek yapar kendi coğrafyası ile yoğurarak. Kaçı milyonlara ulaşır. Kaçı öfke ile beslenen müzik türünü yapar, isminin anlamı "öfkesini yenen kimse" demek iken.
Kaç nükleer santral vardır dünyada. Kaçı patlamıştır. Kaçı ölüm saçmıştır. Kaçı Öfkesini Yenen'in coğrafyasına değmiştir. Kaçı kaç kişiyi hasta etmiştir. Kaç kişi ölmüştür.
Kaç çocuk doktor raporu "ayakta durması ve dahi konuşması mümkün değil" der iken konser verip "hadi burayı yıkalım" demiştir. Kaç çocuk coğrafyasının kötü kaderine isyan bayrağı olarak ölmüştür.
Bu çocuğun zarları atılırken azıcık bari lodos esmemiş midir. Poyraza mı denk gelinmiştir.
********************

Bu yazıda Kazım Koyuncu'yu anmıştım bilindiği üzere. Şimdi de bu konu ile ilgili birkaç gugıl ipucu vermek istiyorum bir anlamda benim fikri zıplamalarım bunlar.
Öncelikle Ümit Kıvanç. Bu adamı bilmiyorum, tanımıyorum. Ama iyi biri, hissediyorum. Hem http://www.kazimkoyuncufilmi.com/ diye bir belgesel yapmış. Bilinmeli.
Sonra Mask isminde bir grup. Ben, biliyorsunuz kafamın içinde kaybolup, ne olduğunu bilmediğim şeylerin peşinden giden biriyim. Bu Mask grubunu da bir klipteki bir enstanteneden dolayı arıyordum. Müzikleri ile ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Sadece güzel sesli bir kadın vokalde idi, ortam loş idi. Müzik de hoş idi. Mask grubu ve Kapılar ardında albümü ve parçasıymış galiba kafamın içindeki sorunun cevabı.

Komik birşey söyleyeyim mi, Ümit Kıvanç da zaten bu grubun davulcusuymuş. Bu ilişkiden buldum ikisini. (Ara not: Mask grubuna ait hiçbir görsel malzeme bulabilmiş, dahası ilgili şarkıyı dinleyebilmiş değilim hala)

Sonra, bugün öğleden önceki gugıl uçuşmalarım:
Not: Başlık, hani el kalkar şakağa doğru işaret ve orta parmak hafiften açılır, diğerleri hafiften kapanır gibi yapılır. İşaret parmağı bir yerde durur, baş ufaktan sağa eğilir ve işaret parmağı ile temas anında inceden bir gülümsenir. Öyle.


6 Mart 2008 Perşembe

Varlık ya da amaç


- Lan ben ne yazacaktım...
- Lan deme abi, karı kız var, ayıp.
- Hay sana da, ayıbına da, ka.. neyse.

Güç dengesi kurma sürecine, sadece uzlaşı demek, aslında eksik bir tanımlama yapmak olur diye düşünmekteyim. Uzlaşı bile aslında bir anlamda hükmeden ve tahakküm altına giren arasında olduğuna göre, yani çıkarların bir çeşit hesabı yapıldığuna göre illa ki sonuçta bir eşitlik kurulacaktır fakat içler dışlar çarpışırken sadeleştirme her yere aynı vurmayabilir. Bir taraf büyüyecek, bir taraf da küçülecektir. İki tarafın da kazanması durumu ancak iki tarafın da aynı tarafta bulunması, yani tekleşmeleri ile mümkün gibime gelmekte.
Yalnız benim incelemek istediğim bu da değil. Daha basit bir noktadayım henüz. Zaten yutacak olan büyüğün küçükle uzlaşarak hakimiyeti altına alır iken öeyeceği diyetlerden ve bu diyetlerin aslında o kadar da kaygı güdülecek, üzülünecek kayıplar olmadığından dem vurmak istiyorum. Aslolan kazanılanlar ya da kaybedilenler değil, amaçlar ve bu amaçlara ne kadar ulaşıldığıdır sanki.
Büyük, amacına ulaşmak için kayıp verebilir, değişebilir, büyüklüğü elden bırakabilir, hatta yenilebilir bile belki. Buraya takıldım ben. Amacın varlığı etkilemesine.
Neyse, işte öyle.

Not: Şimdi yine lütfen karışmasın ortalık, ben bu yazıyı aptal bir Edward Said eleştirisi okuduktan sonra karaladım. Doğu-Batı, oryantalizm falan. Başka birşey değil. Saygılar.


2 Mart 2008 Pazar

Gıcık direk

Biraz önce kendimle ilgili önemli birşey farkettim("Oha hayvan, bu
yaşta mı anca" diyebilirsiniz, haklısınız) ki ben
problemleri/sorunları/hataları gördüğüm kalitede ve sıklıkta,
çözümleri/cevapları bulamıyorum. Haliyle, mutsuz ve huysuz bir adam
olmamın sebebi bu sanırım.