31 Mart 2009 Salı

Susmak

Konuşmaktan sıkıldığımı, susmayı tercih ettiğimi farkediyorum. Bunu da biriktiğimi hissederek farkediyorum. Birikim sinir yapıyor. Bağırtıyor. Biraz önce kendi kendime bağırıverdim televizyona bakarken. Bağırtımın ana fikri de zaten susulması talebiydi.

Susma tercihi konuşmaya tepkiden. Reddettiğim şey konuşma olunca, bu konuşma olgusunu incelemek lazım gelir diye düşündüm. Konuşmak işteş bir fiildir yine. Birliktelik ifade eder. Kökü konmak kelimesidir. Etimolojik anlamlara biraz da kendimizden katarsak "aynı fikirlerde ikamet etmek" anlamına gelir diyebiliriz. Ama biz konuşurken karşımızdakini hep unuturuz. Anlaşmayız, anlatırız, anlaşıldık mı diye bakmayız. Aslında daha doğrusu sadece söyleriz. Konuşmamız, kafamızdakini ağzımızdan kelime kelime kusmaktan ibarettir sadece. Bir nevi deşarjdır. Amacı hiç de ortak değildir karşıdaki ile. Tamamen kendimize yontar kelimeler konuyu. Böyle olunca zaten karşıdaki de dinlemez. Odun değil ya, anlar kendisinin konuşmaya katılmayacağını.

Bu gerekçelerle konuşma kavramına yabancılaşmakta olduğumu farkettim. Konusuzluk da var bu arada. Konular varsa da içlerindeki anlam akmış hep. Bakıyorum bakıyorum, yok. Evirip çeviriyorum, kafa ile tutulur bir fikir yok. Akmış anlam. Kof fikir. Tekrar hep. Ya da faydasızlık.

Hem konuşana, hem konuşulana tepki, bir de üstüne pasif direniş bile yapamayacak kadar enerjisizlik; bizi Suskunlar, Tutunamayanlar ve Mülksüzler aşuresi yapar anca. Olan da budur zaten yarısını okuyamadan.

27 Mart 2009 Cuma

Hissiz

Ne zaman nerede bahsettik daha önce, bilmiyorum ama tekrar etmek istiyorum; çok ince şeylere bağlıyız. Zın zın eden teller diye konuştuk belki, iplikler demiş de olabiliriz. Düşündükçe inceltiyoruz onları. Çok düşünmesek, çok aramasak kalınlar, kabalar, aleladeler aslında. Ama dert edince hassaslaşıyorlar, ayrıntıya girdikçe oluyor bu. Bu değil diyor ve daha da dalıyoruz, eşeliyor ve ne olduğunu bilmediğimiz şeyleri arıyoruz. Bulup bulamadığımızı bilemeyiz ki ne aradığımızın bilincinde değilsek. Biri demişti de uyuz olmuştum, çözüm yoksa problem de yoktur diye. Ona benziyor biraz. Tam değil ya, yazmış bulunduk artık. Eşeledikçe aşağı iniyoruz, montken kumaş oluyoruz, kumaşken dokuma, dokuma iken iplik, iplikten de tele, kıla, tüye.
Tutuyoruz elimizde ve koptu diye dağılıyoruz. Evet, kendimizi o kadar didikleyip de hassaslaşmış haline indiğimiz şeylere -ya da o şeylerle- bağlıyoruz.Kopuncaki halimiz evdeki televizyonu tamir etmek için dağıtan ama toparlayamayan adamdan bile kötü oluyor. Ya da kardeşinin sözüne içerleyen ablanın hali de benzetme için kullanılabilir. İşte en az o kadar oluyoruz neşemizi bize bağlayan ipler koptuğunda, diye anlatıyoruz.
Acaba neden en az koptuğu kadar kolay düğüm atılabildiğini düşünmüyoruz. Şaşırtıcı aslında bu. Bağla gitsin, iliştir olsun. Eskisi gibi olmaz demeyin. Zaten kopuşları da kendimiz kurduk. Aynı kurmaca ile bağlayıverip ona inanıversek ne olur ki. Aynı yanılsama.
Olay kendine attığın ve eğer mümkünse kendini inandırabildiğin yalanlarda. Uydur gitsin. Bi kırmızı, bi siyah terlik.

20 Mart 2009 Cuma

İşçi Günaydın

Vardiyalı çalışmanın yasal düzenlemesi ülkemde 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İŞ KANUNU ve onunla birlikte; 07/04/2004 tarihli ve 25426 Resmi Gazete'de yayınlanan POSTALAR HALİNDE İŞÇİ ÇALIŞTIRILARAK YÜRÜTÜLEN İŞLERDE ÇALIŞMALARA İLİŞKİN ÖZEL USUL VE ESASLAR HAKKINDA YÖNETMELİK ile yapılmıştır. Yönetmeliğin başlığından da anlaşılacağı üzere gündelik kullanımda vardiyalı dediğimiz şeye kanunda "postalar halinde" denmekte. Bu vardiyalı işi tüm gün çalışılan işler ile ilgili olsa da ben bu konuyu her düşündüğümde gece çalışmalarını, gece çalışanları, gece çalışması gerekenleri aklıma getiriyorum. Hep getiriyorum. Bugün de acı bir vesileyle yine getirdim aklıma.
Mevzuata baktım, hızlıca okudum da kanunu ve yönetmeliği, aklıma hep gelen şu soruya cevap bulamadım:
Gece, vardiyalı çalışma sırasında aynı anda, aynı ortamda en az iki kişi olması mantıklı değil mi?
Gece tek başına kalmamalı insan. Tek başına uyuyabilirsin, tek başına yaşayabilirsin ama o ortamlar insanın kendini güvende ve istirahatte edeceği yerlerdir. Ev sonuçta. Sakinlik anlamına gelir. Hele ki tek başınaysan. Ama iş öyle mi. Görev olduğu için, zorunlu olduğun için o koşulda bulunduğunda hissettiklerinle istirahatte iken(evde) hissettiklerin o kadar farklı olur ki. "Farklı"yı "fazla, şiddetli" diye okuyabilirsiniz. Neymiş o dert ettiğin hisler derseniz eğer, biri bin etmek, takılmak, sorunları düşünmek derim.
İnsanlar tek başlarına çalışmamalılar. Gündüz zaten o sorun pek yok da, insanlar gece tek başlarına çalışmamalılar.

Doktor Günaydın Dağdeviren önceki gece yarısı kendi damarına ilaç enjekte ederek intihar etmiş ve sabahında bulunmuş. Muhtemelen gece nöbetçisi idi ve tekti.

Her şekilde kendi öldürecek bir yol bulurdu, tamam. Ama bir tane bile "Dur" şansı oldu mu acaba.
İlaç çok hızlı etki edermiş, tamam. Ama her zehrin bir panzehiri yok mudur. Zaten herşey zehirdir, önemli olan dozaj ve maruz kalma süresidir diye biliyorum, yanlış mı.
Sorunları varmış, tamam. Ama kimin yok ki. Yani bu mu sebep. Zaten sebep arayan bulur, ben önleyici imkan arıyorum.
Hep böyleydi, şartlar böyle doktorlukta, tamam. Ama iyileşme aramak, istemek suç mu. Böyle gelmiş, böyle gider demek mantıklı mı.
Hep oluyor bunlar, tamam. Olmasın artık demek saçma mı.
Kaldırmayacaktı ise yapmasaydı, tamam. Ama bu değerlendirme saçma değil mi, bi düşünsene.


Daha uzatabilirim ama istemedim.

Memlekette en zor durumda olanlar işçiler diye düşündüğüm için bu kanuna baktım düzenleme için, yoksa doktor işçi kanununa göre çalışmıyor sanırım.

Gece intihar etmiş ve sabah nöbet değişimine gelen arkadaşları tarafından bulunmuş. Memleketin göbeğinde, adı sağlıkla özdeşleşmiş semtin ortasında, hastanelerin ortasında, hastanelerin göbebeği olan hastanenin ortasında olmuş bu.
Gece intihar etmiş.
Sabah bulunmuş.
Hastanenin içinde.
Gece,
sabah,
hastane.
Kahretsin.
Kahretsin.

15 Mart 2009 Pazar

Söyleyin, bundan sonra ruhları visko malzemeden yapsınlar

Visko malzeme olmasa da olur. Mesela geçen bir eğlenceli bilim belgeselinde görmüştüm. Bir malzeme vardı. Şimdi unuttum adını, birşey nişastası ve su karışımı olabilir. Neyse işte. Bu sıvı belli bir sürede belli bir darbeye katı gibi tepki verirken sonra sıvı gibi tepki vermeye başlıyordu. (Ciddi bilgi; Newton sıvıları ve Newton sıvısı olmayan sıvılar, Newtonian fluids and non-newtonian fluids)
Şimdi ben yine konuyu uzatacağım, kimse anlamayacak. Kısa keseyim Aydın havası olsun.
Efendim, ruhları visko malzemeden yaptıralım ki darbelere, baskılara maruz kaldıklarında eski hallerine geri dönebilsinler. Tabi ben bi ek hizmet de isteyeceğim üretici firmadan, varolan ruhlara kaplama talebim de var.
İyice arazi şartlarında çalışanlar içinse şu acayip sıvıdan istiyorum. Sert, kesici, delici alet uygulamasından da sorunsuz çıkabilsinler diye.
Olmuyo böyle batırıyorlar, çıkarıyorlar. Kanıyo falan. Cık cık cık.

11 Mart 2009 Çarşamba

Hani gerçek

Takip ettiniz değil mi geçen gün gazetelerde yer alan haberi. Yedi yüz gram et, içine enjekte edilen bişey bişey ile bir kilo çeker oluyor. Gerçi Et üreticileri birliği yalanlamış bunu ama bi kere okuduk artık. Şırınga edilen malzeme, etin su tutma özelliğini arttırıyormuş. Yani etçiden et diye su alıyoruz. Tabi etin et olarak ne kadar sağlıklı olduğu ayrı bir muamma. Sağlıklısı diye tavuğa yanaşsan, o zavallım zaten ayakta kalsın diye dayanan ilaçlardan antibiyotik torbası olmuş. Şaka gibi ama tavuk eti yediğinde yanında antibiyotik ilaç yemiş oluyorsun, mis. İkisi bir arada. Şimdi sen okuyup atlayacaksın hemen balığa, "hayır bi kerem, en sağlıklısı balık" diye. Biliyor musun yediklerinin nerede ise hepsinin besi olduğunu, her besi balığın tek tek ilaçlandığını, diğer balık arkadaşlarının atıkları ile yemlendiğini, besi(çiftlik) balığı olmayanların da zaten ağır metal deposu olduğunu.
De ki sinirlendin etten, döndün. Ot bok yiyeyim dedin.
Halt ettin.
Sanki onlar başka bokun soyu. Transgenik midir ne karın ağrısıdır bir kavram var. GDO falan da diyenler var. Özünde genetik yapısı ile oynanmış gıda demek. Sebze, meyve dünyasında da o işler at koşturuyor durumda şu anda mirim. Hıyar buzdolabında büyür. Seracı kendi yiyeceği sebze için seranın bi köşesine ilaç atmaz, gerisini sana kakalar. Domates odun gibidir, muz tatlı değildir, çilek de zaten kokmaz. Lan çarlistonun çekirdeğinden ne istedin, bari onu bıraksaydın. Biliyor musun arkadaşım, bu memlekette ithal domates tohumunun hırsızlığı yapılıyor. Evet aynen yazdığım gibi, o kadar değerli ki tohum, kasada saklanıyor, ama hırsıza kilit dayanmaz, oradan da çalınıyor. O da tek ekimlik tohumdur allah bilir. Bak sinirim oynadı yine, kıçıma sürmeyeceğim çölde, göt kadar yerde tohum üretiyor adam(azimlerine hayranım, o ayrı) sonra sana onu onbinlerce liraya satıyor, tek kere ekebiliyorsun çünkü genetiği ile oynanmış, seneye yine alasın diye, ay bunaldım. Biliyor musunuz, cips şeyleri istiyor diye bin çeşit olan allahın patatesini sallayıp bir çeşite odaklanıyor tüm iç anadolu. Sonra o bir cins öyle bir hastalıktan kırılıyor ki, millet aç kalıyor. Zaten toplu üretimde o sorun var, çeşitlilikten uzaklaştığında risklere daha çok açık oluyorsun(yumurtaların aynı sepete doluşturulması hesabı)
Neyse, uzatmayalım, diyeceğim tarım politikaları falan değil zaten.
Yiyemediklerimizden sonra, gelelim içemediklerimize. Su var mı su. Kana kana içilecek su. Yok değil mi. Ters ozmoz ne lan. Delirtiyorsunuz adamı. Peki son on yılda Bursa'nın yeraltı su kaynaklarının elde edildiği derinlikte oluşan değişimi bilen var mı. Dip suyu çekilmesinin sebeplerini geçtim, bölgeye etkisini inceleyen oldu mu hiç. İntihalden intihale koşan kafaları patlayasıca bilim insanlarım acaba bu problem ile, ünlü Bursa çileğinin (ki yanlış bilmiyorsam ta istanbula padişahlara gidermiş bu çilek zamanında) üretim kapasitesi arasında ilişkiyi incelemişler midir.
Daha iki hafta önce milli besinimiz yoğurdun tebliği değişti, biliyor musunuz. Katı madde oranları düşürüldü. Her düzeyde cıvıdık memleket olarak, yoğurt da öyle olacak haliyle.

Neye elini atsan yalan, neye baksan kurgu.

Hava sıcak mı mesela. Ev sıcak olabilir de, mart ayı için hava nasıl.
Ya da memleketteki tüm şampuanların sadece içlerindeki koku ve renk maddeleri değişik, farkında mısın.
Her güzel dediğinde aslında makyaja tav oluyorsun. O pastel rengi çorap, ya da yüksek çizme de zaten yapılmamış etek traşı kamuflajı, ne sanıyorsun. Zaten oğlanlar da belim ağrıyor, o nedenle dik durmaya çalışıyorum derken göbeklerini içeri çekiyorlar. Kimse de o partiye oy vermemişti ve vermeyecek yine, yersen.

Gerçekte mi yaşıyoruz, dizilerde mi mesela.

Herkes birbirini aldatıyor lan, kafayı yiyeceğim. Kimin kimin altına yattığı, hangi dingilin kime tırmandığı belli değil.

Sonra diyorsun ki seviyorum. Hadi ordan. Aç da kıçını sev. (Bu noktada yine küfrettim, sonra sildim)

Ben bu rolü sevemedim gitti arkadaş. Çiğ duruyor üzerimde.

3 Mart 2009 Salı

Özlemin bencilliği

Özlem duymaya ket vurma uğraşılarına bir gerekçe buldum sanırım. Bencil olmamak için özlem duymamaya çalışmak kulağa nasıl geliyor. Özleyenin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme amacıyla bu eylemi yaptığı, bu hissiyata girdiği durumlara bencillik ismini koyunca çok mu acımasız ya da fazla gerçekçi oluyoruz. Özleneni istemek özlenene mi özleyene mi fayda sağlar. Getirisi kimedir. Özleme halinin dile getirilmediği durumları, hissettirilmediği durumları kenara koyuyorum. Kızılcık şerbeti iyidir. Ama özleme halini beyan etmek, yayınlamak mı, yo dostum yo, kendin için çalışıyorsun. Ben burada bir kamu yararı göremiyorum. Nalıncı keseri dersem kızma bana. Bak yine sinirlenip acayip şeyler yazmaya başlayacağım, karizmatik, duygusal, hisli harika yazım berbat olacak, susayım ben bu noktada, Tuba Kimeritçi sansınlar.

Buza tutunabilmek

Buz soğuk olabilir, ıslak da olabilir. Islak olmayabilir de. Kuru buz diye birşey var sonuçta. Sıcak buz var mı. Tutana bakar o. Hislerin ne halde olduğuna, ne kadar uyarıldığına, ne kadar soğuğa maruz kaldığına göre değişebilmekle birlikte bazı uç durumlarda elde tutulan buzun üşütmek yerine ısıttığı da vakidir. O algı karmaşasını yaratan sinir uçlarıdır. Ruh uçları diye birşey var mı peki. Avuç içinde nelerin uçları var bir bakalım. Damar uçları var, kas uçları var, sinir uçları var. Tırnaklar var avuç değil de el diyecek olursak. Bu müstakbellerden en liyakat sahibi olanı sinir sanırım, ruhu temsilde. Demek ki sinir ruhun da ucu oluyor. Hal bu iken biz el ile buzun ilişkisine dönelim. Deva niyetine alınsa ele buz, herhalde beklenen faydayı sağlar. Ama vuslat var mıdır bu ilişkide, hayır. Mahkumiyet vardır esasen. Acı son, erimesidir buzun. Damlar, eli ıslatır. Damladıkça da farkeder ki el, buz yumuşaklaşır, keskinliğini kaybeder. Hem serttir özünde, hem de yumuşak. El silse de ıslaklığı önleyemez. Buz ağladıkça ağlar, süreklidir bu. Yaştır el artık. Zaten buz da yaştandır. Kaçarı var mıdır bu ilişkinin, süreç geri döndürülebilir mi diye düşünür el. İstemez hiç parmakları arasından kayıp gitsin buz. Normal, gündelik hayatta yoktur çözüm. El özünü reddedip buzla beraber buzun buz kalacağı sıcaklığa inse belki buzu kurtarır ama o da elin varlığına tehdittir. Bu hem bir karar hem de bir süreçtir. Kim vazgeçecektir, el mi buz mu. El zaten buzu çekip aldığına göre roller baştan belirlenmiştir herhalde.
Sadece elin yandığında buzu hatırlarsan olmaz işte.

2 Mart 2009 Pazartesi

Gündem sözleri

Uzun süredir ilgilenmediğim bu sınıfa gündemde kaşıntı yaratan konular sayesinde yeniden uğruyorum. Derseniz ki ne sınıfı, eski blog derim, TDK derim, sözler derim. Uyuzluk mevzusu ise politikacılar tarafından kavramların içlerinin boşaltılması, içlerine kendi gayelerine uygun saçma anlamların doldurulması, laf enflasyonu yaşanması ile ilgili. Delirtiyorlar ezber bozduklarında, değişime direniyoruz diye tenkit ettiklerinde vb.
Sen kimsin de benim dilimi sündürüp bana çeviriyorsun, laf godoşu!

değişim
isim

1 . Bir zaman dilimi içindeki değişikliklerin bütünü:
"Bu müsamere günündeki selamlama süresince bedenimde bir değişim olmuştu."- A. Ağaoğlu.
2 . Para aracılığı olmaksızın, bir nesnenin dolaysız olarak bir başka nesne ile değiştirilmesi, değiş, değişme, değiş tokuş, takas, mübadele, trampa, trok.
3 . biyoloji Yeni döllerin atalarına tıpatıp benzememesini sağlayan özelliklerin tümü, varyasyon.
4 . denizcilik Rüzgârın yön değiştirmesi.
5 . matematik Bir niceliğin birbirinden ayrı değerler alması veya böyle iki değer arasındaki ayrım.

dönüşüm
isim

1 . Olduğundan başka bir biçime girme, başka bir durum alma, tahavvül, inkılap, transformasyon:
"Alfabe dönüşümü halkın okumayı kolay sökmesi içindi."- N. Cumalı.
2 . biyoloji Görevinin değişikliğe uğraması yüzünden bir organda ortaya çıkan değişme.
3 . ruh bilimi Bilinçaltına itilmiş bir duygu veya isteğin, karşıtı görünümünde veya başka bir biçimde bilince yükselmesi, transformasyon.

gelişim
isim

1 . Gelişme işi.
2 . Serpilip büyüme.
3 . İlerleme, inkişaf, tekâmül.
4 . tiyatro Aksiyon.

idame
isim, eskimiş (ida:me) Arapça id¥me

Sürdürme, devam ettirme.

idare
isim (ida:re) Arapça id¥re

1 . Yönetme, yönetim, çekip çevirme.
2 . Ülke işlerinin yürütülmesi, kamuya ilişkin hizmetlerin bütünü.
3 . Bir kurum veya kuruluşun yönetildiği yer veya makam:
"Meğer Gazi Paşa gelecekmiş. İdare her sınıfa Afet Hanım'ın Yurt Bilgisi kitabından üçer nüsha dağıttı."- H. Taner.
4 . Bir kurumun işlerini yürüten kurul:
"Gazete idaresi tarafından zarf kazara açılmış."- P. Safa.
5 . Tutum:
"Birdenbire, elindeki suyu günlerce idareye mecbur bir kazazede hâline geldim."- N. F. Kısakürek.
6 . İdare kandili veya lambası.
7 . Hoş görme, göz yumma.
8 . Yetinme:
"Bu son hatıralarla sonuna kadar idareye çalışıyorum."- S. F. Abasıyanık.


Not: Tanımlar her zamanki gibi www.tdk.gov.tr adresindeki Güncel Türkçe Sözlük'ten.