16 Haziran 2009 Salı

Boğaz ve Ankara kıyıları

Kuleli Lisesi, Sepetçiler Kasrı gibi binalar otel, müze gibi kullanılmak üzere turizme hizmet edecekmiş, ya da en azından böyle bir planı varmış tepemizdeliklerin. Haydarpaşa garı da hiç bi işe yaramıyordu, ondan kapattık, değil mi. Sonra döndürüp bi yerimize sokacağız herhalde, ha?. Halep, arşın.. Lahana?

Ha bi de ulu belediye başkanımız var. Onu da anlatayım, daha dün akşam duydum.
Ankara'da otel stoğu eksiği varmış. Yenileri yapmak lazımmış. Millet açıkta kalıyormuş. Kızılay meydandaki bina/gökdelen (boş duran) otel olsunmuş. Başkanımız bu fikre karşı şöyle bir beyanat vermiş:
"Bu şehircilik katliamı olur, Kızılay'ın trafiği kilitlenir. Onun yerine o binaya alışveriş merkezi yapalım"
(??!!??) Otel? Alışveriş merkezi? Trafik?

Kaynak mı, tabii ki götüm.

12 Haziran 2009 Cuma

Politik saçmalıklar denemesi 1: Mahalli idare(Yerel yönetim) saçmalığı

Yeni bir yazı sınıfı açmaya karar verdim. Adı Saçmalıklar olacak. Gündelik hayatta karşıma çıkan ve bana saçma gelen olay/olgu/durum gibi şeylerin kaydını tutacağım. Genelde bunlar gazete haberleri ya da insanlarla olan iletişim sonucunda ortaya çıkan basit konular olmakla birlikte çoğunlukla politik oluyorlar. Zaten sırf bu nedenle yazmaktan sakınıyor idim. Düşününce farkettim ki ben bunları yazmayınca gerginlik üretiyor bünyede. Hani bi ara ben sinirlenemiyorum diyordum ya, biraz da bunlardan. Yazayım ki sinirimi akıtacak konu olsun. Aslında hepimizin bildiği, gördüğü şeyler, ama kanıksamak istemiyorum. Göze göze sokmak istiyorum sanki. Malumu ilan da olsa, ilan eden yoksa ben ederim. Aha buyrun hemen alt paragrafta ilki geliyor:

Dün serseri bir gazete okuma seansında iki tık ara ile iki habere denkgeldim. İlk haberde sevgili hükümetimizin hiper süper düper atılımı olarak anlatılan şey milli eğitim politikalarının merkezi olarak tanımlanıp denetlenmesi yerine bu işin mahalli idarelere verilmesi tasarısı idi. Bak dikkat et valilik bile değil ha, belediye. Buna adem-i merkeziyetçilik dendiğini duymuş ya da okumuş da olabilirsiniz. Merkezi, hiyerarşik yapılar yerine yerinden yönetim, bölgesel yönetim, falan da deniyor.

İkinci haber ise hükümetimizin; belediyelerin başarısız olduğu savından hareketle turistik işletme belgesi verilmesi işini belediyelerden alıp turizm bakanlığına vermesi tasarısı idi.

Evet, burada bir es veriyoruz.

Aynı gün lan, konunun mantıksal irdelemesini, belediyelerin başarılı mı başarısız mı olduğu değerlendirmesini falan yapmıyorum artık. Geçtim onları, aynı gün oğlum. Aynı gazetede, aynı gün, aynı öncelikte haber, iki tık yan yana. Yuh ulan.

Not: Haber, link, atıf matıf ile uğraşmayacağım artık. Merak eden gider tıklar, arşivler orada.

5 Haziran 2009 Cuma

Ölümü izlemek

Günümüzde insanlar nasıl ölüyorlar. Hala aynı çeşitlilikte mi çok eski zamanlara göre.

Ben hani teknoloji, tıp, bilim vb. geliştiği için daha huzurlu ölüyoruz diye basit bir yargı sahibi idim. Acaba bu ne kadar doğru. Hala aynı çeşitlilikte mi ölüyoruz, yoksa aslında kurduğumuz, kurmaca dünyamız sandığımızın aksine terkimizi zorlaştırıyor mu. Biz rahat ve izole dünyalarımızda sakin yaşarken -belki de bunun bir bedeli olarak- başka insanlar normalde olacağından çok daha vahşice mi ölüyorlar. Dahası, biz bunu kanıksıyor muyuz.
O ilacı al, bu ilacı vurun, şu ameliyatı ol, yat hastanede baksınlar sana. Bunlara yanlış diyemiyorum, o kadar cani olamadım daha. Hatta kendime lazım olduğunda nasıl tepki veririm bilmiyorum ama çok mu zorluyoruz acaba.
Bi bu yaşatma işi var, bi de işte sınırsız konfor talebimizin aslında hiç görmediğimiz yan etkileri var. Ne desem bilmiyorum ki.
Yani bırak kazayı, koşarak, hatta kovalayarak (yani amaç dahilinde) bir kediyi ayağınla nasıl ezebilirsin ki, yapamazsın. Ama işte öyle sabah evden işine tın tın arabanla giderken cart diye yapabiliyorsun bunu ve belki dikiz aynasından bakıp görmeyebiliyorsun bile o canın bedenden kopuş çabasının yerden yarım metre zıplayarak -hem de kerelerce- ortaya çıkmasını.

Tamam, şahit olduğum olaydan çıkıp konuyu insanlığın tamamına genellemek belki hatalı olur ama, ya hatalı değilse. Failin dümdüz devam etmesi, benim paralize olmuş bir şekilde geçmem, arkamdaki trafiğin de tahminen aynı şok ile kalakalması, bunun şokunun tahminen sadece 2 dakika sürmesi belki başka insanların bu sefer hayvanlar için değil insanlar için de böyle davranabileceğine gitmesi aklın.

Ölüm de hayatın parçası galiba, ama sanki biraz daha duyarlılık lazım gibi.

2 Haziran 2009 Salı

Fıtık İnisiyatifi

"Ohoo kardeşim senin de her bir yerin çürükmüş yahu" demeyecekseniz, size birşeyler anlatayım.
Benim tee geçen senelerden birinde yeni nesil görüntüleme teknikleri ile tespit edilmiş bir boyun fıtığı vakam vardır efendim. 2-3 farklı noktada varmış bu. Hemen şaşırmayın bi avuç yerde nasıl o kadar fıtık oluyor diye, oluyor işte. Ama ondan da öncesi var bu iskelet sistemimin arızalarının. Benim belim hep ağrır idi akşamları. Çok yorulunca, çok kaykılmış şekilde oturunca gün içinde, çok hareketsiz kalınca vb. akşam eve vardığımda gece olmazdı. Oturamaz, yayılırdım. Uyuyamaz, tepinirdim.
Geçen sene (den bir önceki sene) askerden önce el bileğimi kırdım. Sonra askerde de diz eklemimi oluşturan kemiklerden alttaki, hani kaval kemiği olan, iki bacakta da kırıldı. Kaval dediğimde anlaşılmıyor olabilir, tıp dilindeki adını söylediğimde de doktor kızıyor, o nedenle sizi gugıl ile başbaşa bırakıyorum.
Neyse işte, o kemikten iki tane oluyor insanda normalde, ben ikisini de kırmışım. Bunların hepsini birden toplayıp sonra da bel ağrılarını ekleyince asker dönüşü bir kırık-çıkıkçı, masajcı doktora gitmek farz oldu. Yanıma da aynı bel dertlerinden muzdarip bir arkadaşı yaren edip, bir başka büyüğümden aldığım öneri ve selam yükü ile bir fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezine gittim. İsmi görünce insan sanıyor ki bi girecek merkeze, öbür kapıdan yepyeni olmuş şekilde, ilik gibi yumuşayarak çıkacak. Düşünsene, hem rehabilite oluyorsun hem de merkez, üüff. Ama işte kazın ayağı öyle değil, hele benim ayağıma hiç benzemiyor.
Bir kere önce teşhis safhası. Uzun anlatmayacağım, belde de fıtık varmış anacım. Hem de bolca. Ben diyeyim 3, doktor desin 4 adet fıtık. Bu arada öğreniyorum ki bu fıtık çok piç bi hastalıkmış. Aslında hastalık piç değil de, hastalığa önerilen tedavilere göre önerene rahatça piç, totoş, götoş, allahsız falan diyebilirsiniz. Ben basitçe size toplam fıtık vakalarının en fazla yüzde 3 ila 5'inin gerçekten fıtık ameliyatına gittiğini söyleyeyim, daha fazla küfretmeyeyim, siz edin.
Diğer hakim oran içinse bu fizik tedavi süreci işliyor. Bu süreci de ben -afedersiniz- "halini köpek gibi kabullen, nasıl bozduysan öyle düzelt, en az o kadar çabaya ihtiyacın var koçum" fikrinin hastaya kabul ettirilmesi olarak tanımlarım. Yani arazımız bu, bu arazın ürettiği bazı kötü çıktılar var tutulma, spazm, ağrı vb. gibi. Bu ağrıların azaltılması için doktor nezaretinde destek uygulamaları var, ısı, ışık, masaj gibi. Bunlar acil müdahale olarak düşünülebilir bölgesel ağrıların dindirilmesi için. Esas olan vücudun güçlendirilmesi oluyormuş. Fıtık fıtıkmış ve dışarı kaçan bir fıtık pek öyle kendi başına da geri içeri tıkılmazmış. Biz hasta olarak vücudun fıtıklı bölgeyi (bu örnekte mesela bel bölgesi) korumak için tutulma/spazm refleksi geliştirmesine yer bırakmadan güçlenmeliymişsiz ki fıtığı kendi kaslarımız ile koruyabilelim. Zaten bize o uzay merkezinde yapılan uygulamalar da en fazla bilmem kaç gün yapılıyor ve o günler içinde öğrenmemiz için bazı hareketler (egzersizler) gösteriliyor idi. Öğrendiğimiz hareketleri de sürekli (hep, her zaman, geberene kadar vs.) yapmamız gerekiyor. Aslında bu egzersizler de size "sen oturduğu yerden hiç kalkmayan koca götlü koca göbekli uyuzun tekisin, normalde senin olan o kasları, eklemleri hareket ederek, gün içindeki doğal hareketlerin ile zinde tutmalısın, e madem yapamıyorsun sana bu saçma egzersizler müstehak" demenin bir yolu. Özetle bünyemizin altından kalkabileceğinden az hareket ediyor ve durağan halde iken de düzgün durmuyor olunca bozuyoruz cihazı.
Eşzamanlı olarak kalıbı bozan aynı işyerinden üç arkadaş olarak benzer egzersiz paketlerine maruz bırakıldık, ya da yapmamız önerildi. Normalde çok sıkıcı ve motive olunamayan türde egzersizler ya bunlar, hemen tepemizde kırmızı(kesinlikle ak değil) bir lamba yandı ve neden bu hareketleri birlikte yapmıyoruz ki dedik. Bilenlerden risk almadığımıza dair onay aldık. Sonra yine bilenler tarafından önerilmiş olan başka bir paket egzersiz ile birleştirdik. (Bu arada bu ikinci paket de sürekli masa/bilgisayar başı iş yapan, durağan bir iş yaşamına sahip insanların günde birkaç kere yapması önerilen basit şeyler) Şaka maka, şöyle arka arkaya yapınca rahat bir on dakika süren paket oluşturmuş olduk. Bunu öğleden önce bir ve öğleden sonra bir olmak üzere iki kere yapalım dedik. Birimiz (o genelde ben oluyorum) görev edindi ve diğerlerine o günün egzersizlerini saatinden yarım saat kadar önce elektronik posta ile bildirir oldu. Saatleri de normalde hani fabrikalarda falan on-onbeş dakikalık molalar olur ya, ona benzer şekilde seçtik. Öğleden önce 11.00 ve öğleden sonra 16.00. Bu dediklerim sanırım yaklaşık bir üç, üçbuçuk ay kadar önce başladı. Çalışmamız kurumda, gözönünde olmaan bir koridor-fuaye gibi biryerde ama aynı zamanda kurum doktorunun ofisinin önünde oldu hep. Gören geldi. Adımız spor hocasına çıktı. Gün itibariyle posta atılan kişi sayısı sanırım yirmi ile yirmibeş arasında, katılan sayısı en az altı, en çok onsekiz. Sürekli sayımız ortalama sekiz ila on oldu. Birlikten kuvvet doğar, birbirimizi fişekleriz diye diye birbirimizi fişekler olduk.
Bugün itibariyle de hareketin adını Fıtık İnisiyatifi koydum. Egzersizon diye içeri almazlarsa da devam etmek, emelimiz.