26 Temmuz 2009 Pazar

Vay anam vay, Neler olmuş: Taşınma

Vay bana vaylar bana. Anlatmadım di mi size ben. Ay başıma neler geldi a dostlar.

Askerden gelmiştim ya hani ben. Hah işte o vakit elim para tutar olunca bi ev buldum. İşe yakın, nezihçe. Mis gibi pazarladılar bunu bana. Ev sahibi şehir dışında, işin olmaz diye. Tok, zengin dediler, kandırdılar beni. Yani o zaman(8 ay önce) anlatıldığında bana da mantıklı gelmişti ama geçen gün arayıp demesinler mi; "biz evi satmaya karar verdik, başka yerlerden ev almak gereği hasıl oldu". Adam bürokrat ya, öyle kibar konuşuyor. İnsan karşısındaki böyle konuşunda sinkaflı cevap veremiyor tabi. Yoksa beni biliyorsunuz, dilim pabuç.

Ama çık demiyorlar bak, eve alıcı getirip göstereceğiz, bi de satılık ilanımız var asılacak diyorlar sadece. Ama beni yine biliyorsunuz, huyluyum. Ya da huysuzum da denilebilir tabi. Şimdi açmaza düştüğüm konular şöyle: Bi kere evin ne zaman satılacağı belli değil. Satılana kadar istersen otur, sorun yok. Ama satıldığı anda yapmış olduğun kontrat hükümsüz oluyor. (Buna itiraz edeni oyarım, okudum. Eğer tapuya şerh koyarak kira kontratı yapmış olsa idik kontrat süresi sonuna kadar otururduk ev el değiştirmiş olsa da, ama yapmadık. Ki zaten hiçkimse öyle bir kontrat yapmıyor. Hepimizin yaptığı kontrat iki taraf arasında imza edilen adi kontrat statüsünde.) Yeni ev sahibi de benimle çalışmak istemeyebilir, normal. Çalışmak istese de yeni kontrat imzalanacak, yeni fiyatla tabi. Ayrıca bir de zaman sorunu vardı. Bu işin ortaya çıkmasından sadece birbuçuk hafta sonra kurumumuz beni toplu, zorunlu izne gönderiyor idi iki hafta süresince ve ben zaten bu süreç ile ilgili plan yapmış idim ve kaderin bir cilvesi ki, o planım tamamen Ankara dışında idi. İnanmazsınız, şu anda o planın ilk haftasındayım zaten. Hal böyle olunca, aldı mı beni bir telaş. Düşündüm(evet yapabiliyorum bazen); tatilden dönünde ÖSS falan açıklanacak, evler daha pahalanacak. Ev nasılsa satılacak diye düşündüm, ben de nasılsa taşınacağım. İşkillendim ya bi kere.
Ama olaylar bu kadarla kalır mı, kalmaz tabii ki, dert gelirken kuyruğuna taka taka geliyor. Bu satış haberini aldığımız ve tatilimin başlamasından iki önceki hafta annem ve babam misafirliğe gelmeyecek miymiş. Evet gelecekmiş. Bu tabii ki normal şartlar altında dert değil, bilakis mutluluk kaynağı. Ama insaf be, geldiklerinin ikinci günü bu haber alınırsa moral kalır mı kimsede. Şaka gibi, ilk akşam da mahalleyi gezdirdim, hani evde tıkılı kalmasınlar, ortamı öğrensinler diye.

Sonracığıma ne mi oldu. Bulunduğum(yani satılacak) evin bulunduğu binada, hem de aynı katta iki adet komşu daire boşaldı. İkisi de kiralık. Bu da şaka gibi. Bi anda heveslendik tabii, düz ayak yan daireye taşınıveririz elden ele dedik içimizden. Nakliye parası da olmaz. koşuşturma da olmaz. Ama fakire ekmek kuru verilir ki o da kursağında kalsın diye. Umma demedi miydim ben Çağlar'a, dediydim ama dinletemediydim. İşte buna da bir dengesiz taş koydu. Dengesiz dediğim de site yöneticisi. Önce demiş ki Çağlar bey(beymiş, pehh) gelsin taşınsın üstüme(yan daire oluyor) sessiz sakin, baş ağrıtmaz. Dedik hangi dağda kurt öldü. Ama kurt değil beyni ölmüşmüş adamın. Aynı günün akşamüstüsünde de gelmiş alakasız bir konuda cart curt etmiş afedersin. Ben de doğal olarak hiddetlendim, "alın evinizi başınıza çalın" manasında kibarca reddettim yan daireyi. Burnum düşse almam, o kadar. Aha o gün de direk ev baktım. Öğle arası üç daire gezdim, birine yalapşap karar verdim. Sonraki gün bizimkilere gösterdim aynı üç daireyi ve başka üç daireyi daha. O günün akşamı tutmuştum evi. Sonraki hafta içi(geçen hafta oluyor) da taşıdık evi. Evet Alper, artık komşu değiliz malesef.
Ha taşındık da bitti mi sorun, yoo. Çağlar'ı bırakır mı, bırakmaz. Doğal gaza geçilmiş, saat yok. Gaza geçilince şofben sökülecek, yerine kombimsi şey takılacak, o yok. O kombi takılacak, cam balkonda delik açılması lazım. Falan filyon, bi milyon şey. Ama inanmazsın hepsi taşınırken, aynı güne bitti, yetişti. Nakliyeciler geldi, evi topladılar, götürüp yeni eve serdiler. Öğlene bitti. Ben durur muyum, durmam. Elektrik, tel, adsl, kablo, gaz işlerinin hepsini hallettim. Bazılarını kapattım, bazılarını naklettim. Oldu bitti, maşallah. İnanmazsınız o akşam misafir bile ağırladık. Sonra cuma günü oldu, yerleştirir gibi yaptık evi. Cumartesi oldu, kapatıp geldik Antalyaya. Yani tatil başladı.

Şimdi sevgili okuyucu, "Vay anam vay, neler olmuş" denmez mi bu olaya.

Vay anam vay, Neler olmuş: Alaçatı

Başlığı Alaçatı diye açtığıma bakmayın, İzmir'siz Alaçatı olmuyor, biliyorsunuz.
Efendim yakın ve eski bir arkadaşımız Alaçatı'da Antik Motel isminde bir butik otelin işletmeciliğini yapmaya başladı ve biz kendisini anca sezonun ortasının sağı gelmiş iken ziyaret edebilecek boşluk bulabildik. Bu yazımız da o haftasonu kaçamağını anlatıyor. Bir anlamsız haftasonu üç arkadaş kahvaltı sonrası göbek kaşıma sürecinde iken kararlaştırdık bu planı. Bu haftasonuna anlam katamadık, bari gelecek olanı harcamayalım, cebimizde olan ve hatta daha hiç cebimize girmemiş paracıkları harcayalım, alem alem görsün dedik. Ama tabi o kadar da çok paramız olmadığı için kısa süre kalmış seyahatlerde o yüksek fiyatlı uçak biletlerinden almaya gözümüz kesmedi, otobüs ile gittik. Otobüs seyahatimiz (Ankara-İzmir) ile ilgili görsel malzeme Gökhan'ın bu ve şu yazılarında mevcut efendim, oraya buyrun.

Ha ne diyordum, evet. Otobüs ile gittik ve fakat bunu becerebilmek için işyerinden yine bir cuma öğleden sonrasını çaldık. Görsellerde de görüleceği gibi yolun ortasında sucukları hüplettikten sonra gece vakti İzmir otobüs terminaline vardık. Gökhan kendi yazılarından birindeki bi yorumda "bi bekleyenimiz vardı" demiş, havaya gizem katmış ama bizim bekleyenimizin adının Gizem olmadığı gibi cinsiyeti de zaten sap idi. Yani bekleyen transfer söförümüz idi efendim. Bizi heyecanlı bir yolculuk ile (ki biz o dönüş vaktine kadar heyecanı sadece o sanmıştık, yanılmışız) sanırım bir saatin biraz altında bir vakitte Çeşme otoyoldan Alaçatı'ya ulaştırdı. Varışımız geceyarısını geçti ya, biz uyuyacağız sanıyoruz. Ama yok, bi girdik beldeye, kurduğumuz hayret cümlesi tabii ki "vay anam vay neler olmuş serhat" şeklinde idi, yine kafalar karışmasın, aramızda Serhat diye biri de yoktu, o sadece bir klişe idi. Haretimizin sebebi ipini koparanın sokakta olması idi. Nazan ablamız(Alaçatı konsolosumuz) elimizden tuttu, bizi ortama soktu.
Amma mirim o sokmasına soktu da biz giremedik. Özellikle Gökhan ile ben. Değil mi paşam.
Bak sayın okuyucu nasıl anlatayım bilemiyorum geceyarısını hayli geçmiş saatlerde insan Alaçatı sokaklarında şu ana kadar sadece televizyonda televole, telebülü cart curt'larda gördüğü hayatın içine girince afallıyor. Ben bariz Nazan ablanın arkasına saklandım, küçüldüm küçüldüm, yittim. Okuyanlar farketmiştir, aynı geçen yazıların birinde Amasra'da soğuk deniz nedeniyle küçük çağlar'ın başına gelenler kompil çağlar'ın tamamının başına geldi.
Nasıl anlatsam bilemiyorum ki, tüm İstanbul ve İzmir sosyetesini dürmüş bükmüşler, oracığa doldurmuşlar sandım. Bi kere kısa pantollu erkek yoktu(dikkat ederseniz kendimi erkekten saymıyorum artık) Uzun pantollular da genelde açık renk keten tercih etmişlerdi. Kadınlar ise -o kadar pantolondan, kendilerine kumaş kalmadığı için sanırım- alabildiğine kısa idiler. Yok, yanlış anlaşılmasın, kadınlar üstlerine çıktıkları topuklar sayesinde uzundular da, üzerlerindeki konfeksiyon hammadde krizi yaşadığımızın kanıtı idi. Daha komiği aynı tür taşlı aztek/maya/kızılderili ayakkabılarından birbirini tanımayan kadınlarda arka arkaya görmek falan oluyordu. Aynı sokakta üç dakika içinde aynı ayakkabıdan beş tane görülür mü yahu, modayı konsantre almamak lazım şekerim.

Ya çok da uzatmamak lazım biz yine kendi havamıza baktık. Deniz, yemek, az biraz volta falan. İki gece konakladık, gönülleri hoşladık, pazar öğlen dönüş yoluna başladık. Önce ilk parkur tekrar ve tersten Alaçatı-İzmir oldu. Ama bu sefer başka bir özel araçla.

Hadi bakalım matematiği kuvvetli okura soru: Bir adet dizel Hyundai Accent ile bir saat süren dört kişilik İzmir-Alaçatı yolculuğu, yine dört kişinin bulunduğu bir adet Audi A6 Quattro 3.2 Benzinli ile Alaçatı-İzmir şeklinde ne kadar sürer? Düşünen düşünsün, ben alt paragrafta cevabı yazıyorum efendim:

Yarım saat. Evet sadece o kadar. Sağlıksız mı diyorsunuz, evet öyle. Ama adrenalin de bir o kadar sağlık sorunlarını unutturucu rayihadır derim ben de cevap olarak. Neyse, bu bahsi de geçelim.

İzmir'e erken varmamızdaki niyet arkadaş aile büyüklerini ziyaret ve Kordon'da balığı rakı ile ezmek idi. Yaptık mı, hepsini yaptık. Ama okuyanın pipisi düşer, anlatmayacağım. Çok ve iyi yedik diyebilirim sadece.

Döndük, geldik.

"Sırf haftasonu için Alaçatı'ya mı gittin a şuursuz" demeyin, yaptım, yine yaparım. Size de öneririm, ben ilk kez böyle butik otel konaklaması yaşadım ama pek keyif aldım. Zira işletenlerin iş disiplinlerine kefilim.

Vay anam vay, Neler olmuş: Köy (Gödene)

Bir haftasonu(bu haftasonu Amasra haftasonundan sonra biraz sonra yazacağım Alaçatı haftasonundan önce olan haftasonu idi. Şimdi sorma bana ne zaman diye, bilmiyorum) da bindim benim arabaya vurdum kendimi yola. Bunu yapmak için tabii işten bir cuma gününün öğleden sonrasını çaldım. 1500 gibi yola çıkmıştım. Amacım da zaten gece olmadan köye ulaşmak, gün yüzü ile o son yarım saatlik köy yolunu geçmek idi, başardım. 2000 civarında hedefte idim. Yol süresince yine Opet(aha reklama girdi) şartlanması yaşadım. Bu nedir diyenler için çiş diyebilirim. Sanırım üç kere boşalttım, bi o kadar da içtim su, meyve suyu, gazoz vesaire. Çerez de yedim ki, pek zengin idi manita koltuğu menüsü. Yol belli; Ankara, Kulu makas, Konya, Seydişehir, Akseki yol ayrımı, köy. Dört buçuk saat sehirlerarası asfalt, kalan yarımı da il özel idaresi midir ne haltsa, ona müteşekkir olduğumuz köy yolu. Yolun tamamında herhangi bir orjinal durum yok idi. Kesinlikle ama kesinlikle nereye sotelendiğini kestiremediğim ve zaten sobelenmediğim bir trafik çevirmesi vardı geçtiğim, o kadar.

Köyde ne oldu derseniz o da sıradışı değil idi. Tadilat vardı, ona baktık, yardım ettik. O vesileyle cumartesi günü ilçe merkezine indik mesela. Akseki pazarı vardı mesela. Pazarda gördüğüm her çeşit ottan aldırdım çocuk gibi, babama mesela. Daha içmek de nasip olmadı mesela. Ne aldırdın derseniz dört çeşit adaçayı, üç çeşit kekik, ıhlamur, yavşan otu. Menü bu şekilde. Ama sıradışı değildi dediğime bakmayın, görsel not aldığım birşey var, o da köydeki tek göz malikanemizin bir duvarındaki gömme dolabın kapak kilitlerinin menteşelerinde pul olarak 1950 basım, ortası delik para kullanılması idi. Ha bak unutuyordum, bu dolabın bir de özelliği var, son kapağının ardında dolap yok, banyo var. Duş şeklinde. Pek kibar, pek eğlenceli.

Pazar günü de gün içinde döndüm kürkçü dükkanına. He yolda son bir saatte -ki o da makastan sonra bu yana sallanırken oluyor- bi acayip yağdı bol yağmur ile birlikte. İyice eğlenceli oldu yol. Millet pısmışken aynen devam etmek keyifli idi. Özetle, yine vakitlice girdim şehre.

Bu arada, leylek miydi bilmiyorum, gördüm gibi havada, devamı sonraki yazıda.

Vay anam vay, Neler olmuş: Amasra

Ben bi geçen Ankara'dan kalktım, Amasra'ya gittim günübirlik. Ben dedi isem tek başıma değil. Geçen dedi isem de en az bi bi ay oldu. Yani dediğime, yazdığıma o kadar da çok inanma arkadaşım. Arkadaşım dediysem de öyle yakın sayma, okursan okurluğunu bil yani. Değil mi, kalemiz içimizdeyse, böyle olacak. Ayran içmediysek de, ayrı durmakta fayda var hem. Sen orada, ben burada iyi bence.
Neyse, ne diyordum, Amasra'ya günübirlik iki araç halinde -sanırım- altı kişi gidildi. Biraz zaman geçmiş ya üzerinden, unutmuşum. Şimdi düşünesim de gelmedi bak.
Öööff neyse, gittik, hava soğuktu yüzeyim derken küçük çağlar'ı içine kaçırdım, kalabalıktı keyif almadım. Yol eğlenceli idi, hep kullandım.
Tamam bitti bu kadar.

24 Temmuz 2009 Cuma

İnsanın kalesi neresidir?

İnsanın kalesi neresidir. Nerede kalkanlarını indirir, kılıcını bırakır. Günün yorgunluğunu nerede atar.
Küfe hiç mi kesmez omzunu insanın da nerede küfe çıkıp içi de boşalır boşluğa.
Neresi rahattır, nerede şarj olunur. Nerede ardını kollama güdüsünü istirahate çeker insan.
Öyle ya, dışarıda sürekli, gelen roket var mı diye bakınıp durursun, hep hareketlisindir.
Yani hangi noktada durursan pencereden hayatın akışı izlenebilir, niye öyle akıyor diye dertlenmeden.

Aranan yer, kendi içi midir insanın. Gönül o kadar sağlam mıdır. Zaten bu bu problem özyineli midir, emin misiniz.
Sevgilinin koynu, kucağı mıdır. Göze girebilmek için bile uğraşıyoruz, başkasının kalbine girmek uğraşısı zaten başlıbaşına bir savaş değil midir.
Ev midir, kendi ile başbaşa kalmak mıdır.
Aile midir, arkadaş, dost mudur. Kim kimi ikame edebilir ki.

Yoksa arayış boşuna mıdır, "Yüklen cephaneni yine ve öl ölebilirsen meydanda" mıdır cevap.

Nuri, neredesin. Neredeyim. Nereyesin.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Sakallı saçmalıklar: Bebek

Alet edevatın ne için olduğu, ne işe yaradığı, amacına uygun kullanılıp kullanılmadığı önemlidir mirim. Amacı dışına çıktı mı bi kere, nereye gireceği belli değil.

Mesela, oyuncak bebeği götüne sokarsan, tahrik de edebilir. Bilemezsin.

Not: Bebek ile oyun oynamak mantıklı olandır, bi yerine sokmak ise mantıksız olan. Hele ki kafana farklı fikirlerle sokarsan aha böyle saçmalık olur.

Asıl not: 300. yazının haline bak. Hey allahım, sen aklıma mukayet ol.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Politik Saçmalıklar: Aykırı

"Anayasaya aykırı bir yanı yok".
Bu cümleyi hukuk geçmişine sahip birinden okuduğumuzda hukuki bir değerlendirme yaptığını düşünürüz değil mi, değil işte.
"Bizim patron öyle düşünmüyor, illa ki olacak bu iş" anlamına gelen bir renk belirtme cümlesi sadece bu.
Bizim ortaokulda "Reading Between The Lines" diye bir ders kitabımız vardı, o aklıma geldi.

Gündemi takip ede ede adamların kıçlarının kenarına bulaşmış boktan tahlil yapmayı da öğrenir olduk. Politika bu kadar mı lan.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Hayır Mesaisi

Bazı sosyal roller var. Hep gülümsemek, belli bir sınırı aşmamak, bazen yapay bile görünse insanlara iyi davranmak mesela. Hani sevmesen de asgari müşterekleri paylaşmak durumunda kaldığın için kötü davranmama rollerinden bahsediyorum. Bu tür davranışları pek beceremiyorum. Becerdiğim zamanlarda da gerçekten rol yapabilmenin, insanları kandırabilmenin, hatta iyi yalan söyleyebilmenin hazzı adına yapıyorum. Bunu kaypaklık yerine harbilik olarak görüyorum. En azından kendime karşı iki yüzlü değilmişim gibi geliyor. Aman neyse, başlıktaki konu bu değil.

Daha önce bahsetmiş olduğum bir iki konu ile birleşecek belki ama devam edelim bakalım. İnsan, fikir sorduğunda aslında genelde sadece onaylanmak istiyordur. Bir yorumu vardır yani. Sadece pohpohlayacak, arkadan destekleyecek bir iyi gün dostu arıyordur. Çoğu zaman insan paralize olup gerçekten bomboş kalmamıştır düşünce olarak. Her olasılık zaten aklındadır ve bir eğilim vardır. Sadece birinden daha duymak istiyordur "evet öyle yapmalısın" diye. Ayna'nın mesaisi de zaten bu durumda pek bir kolaydır. Dikkatli dinleyip eğilimi yakaladıktan sonra yansıtıvermektir sadece iş. Yani oturup seçenekleri, girdileri, olası çıktıları, fayda maliyet analizlerini düşünmeye çalışmanın alemi de gereği de yoktur.
Ama önce işte bir de "hayır mesaisi" vardır. Bazı durumlar onaylanmamalıdır. "Dost"un, yanlış olduğu aşikar olduğu halde onayınızı istediği konularda, ilişkiden aforoz edilme pahasına muhalefet şerhi koymak gerekir. Alp söylemişti, yaparım bunu. Yapın bunu. O anda değilse bile daha sonra değeri anlaşılır. Doğru her yerde doğrudur.

Zaten çizgiyi ancak uğraşarak doğru çizebilirsiniz, uğraşmadığınız her çizgi eğridir.