31 Aralık 2010 Cuma

Yıl muhasebesi

Bugün, Mehmet Y. Yılmaz Hürriyet gazetesindeki köşesinde, en sonda, bir şiir paylaşmış bizlerle. Buyrun, önce şiir;

Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Yayılın çimenlerin üzerine
Acele edin
Er veya geç
Çimenler yayılacak üzerinize.


 Jacques Prevert


Şimdi de aralara girerek muhasebe:


> Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Sanırım bir kez oldu. 


> Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Evet, birkaç kez oldu bu. Evimden gün doğumu izlenebiliyor ve çok uyuyabilen biri değilim.


> Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Burada da artıdayım. Bir, galiba.


> Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Heh, gözlerimle okşadım diyelim, Alerjik biriyim ben Bay Prevert.


> Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
İşte bu noktada bu yazıyı yazmaya karar verdim ben. Bu yıl sevgili arkadaşlarım sağolsunlar bu konuda 2010 çok bonkördü. Ama doğru, o bir parmaklık elin kavramasındaki his hiç bir erişkin elinde yoktu bu sene.


> Ve siz onu hiç kokladınız mı?
O kadar anlattık, tabii ki kokladım. 


> Kaç kez kuşlara yem attınız?
Hiç.


> Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
İki kez galiba. Çok yağdı bu sene.


> Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Hayır. Bakınız kedi sorusu.


> Çimlere uzandığınız oldu mu?
Sanırım hayır. Bakınız kedi sorusu.


> Yayılın çimenlerin üzerine
> Acele edin
> Er veya geç
> Çimenler yayılacak üzerinize.
Tamam dostum, ben biliyorum onu da sanki bu kendisine hiç olmayacakmış gibi ... 

Neyse Prevert, kusuruma bakma, 2010 muhasebesine alet ettim seni. Ama güzel yazmışsın, eline sağlık. 
Görüşürüz, sevgiler.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Kaygı

Kaygı çok ağır bir şey. Bilim adamlarının buna bir çare bulması şart.

İki tarafa da zor. Hani bir yerden alıp başka bir yere veriyor olsa eyvallah dersin ama öyle değil işte.
Kaygılanana da kaygılanılana da sıkıntı. Hiç öyle hesap kitapla işin içinden çıkılamıyor. Desen ki "sen kaygılanacaksın ama karşılığında da kaygılandığın kilo verecek" (mesela) ... insan bir düşünür.
Kafasına yatarsa da kabul edebilir. Ya da kaygılandığına "seni işten atıyoruz, git başka iş bul, ama bunun karşılığında senin o kaygılı eleman kaygısızların başrolü haline gelecek" deseler belki olur der.

Ama böyle değil. Genelde kaygılananlar yakalamıyor ama kaygılanılanlar bunun köküne kadar farkında ve
bu hiç bir işe yaramıyor.
Hiç.

Aslında çözüm basit. Kaygıyı (köken sebep) yok edeceksin. Bu kadar.
Kaygı olmayacak. Kaygılanmayacak kimse, kimse için kaygı duyulmayacak.
Olsa.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Neler Olmuyor Hayatta

Bir kanalda cartlak kebabına cağ kebabı diyorlar, birinde on yaşında bir dizide Denizli ağzını eğip büküyorlar, öbüründe son bölümünün reklamı üç aydan beri yayınlanan başka bir saçma dizi - ki yazık kaynak metnin sahibine - , diğer kalan kanallarda da reklam dönmekte. Esasında üç yıl önceki gibi reklam eleştirisi yazabilirdim ama sıkılmayı tercih ettim şu anda.

İki aydan fazla olmuş son yazıyı yazalı, ona nazire yapayım bari. Buyrun yine durum güncellemesi:

Saygın'ın istemiş olmasına rağmen ben o vakitten beri kek mek yapmadım.
Bir kere daha yoğurt uyutmayı denedim, daha da kötü oldu ve o vakit hevesim kaçtı. Bir daha denemedim ve denemek de istemiyorum. Bunda uyutmak şeklindeki kullanımla alay eden arkadaşlarımın da hatırı sayılır bir payı var.
Berber işi yaş. Hala yabancı hissediyorum ben kendimi şu anda gittiğim çocukların yanında.
Yogaya tekrar başladık o yazıda belirttiğim üzere. Ama bilin bakalım ne oldu; bıraktık. Yeni yerimizi beğenmedik falan derken insanlar birer ikişer döküldüler ve sınıfımız dağıldı. Orada da heves kaçtı anlayacağınız.
Egzersizler devam.
Kardeş aynı.
Dokuz günlük bayram tatilinde memlekete gittim, dört günde geri döndüm. Onun dışında herhangi bir tatil yok. Zaten memlekette de evde yattım sadece.
Geçen yazıda bahsettiğim arızayı da tamir ettirdim arabada. Memnunum tamirattan. Gerçi sonrasında arabanın fren disklerinin oraya bi ikiyüz lira kadar sıkışmış ya, neyse.

Not: Neden cümlelerim bitti, onun araştırmasındayım aslında, bulunca haber vereceğim size de.

24 Eylül 2010 Cuma

Neler Oluyor Hayatta

Son iki günde üç kere kek yapıp, bunların ilk ikisinin içine giren yoğurdu (ben genelde süt yerine yoğurt kullanırım) da kendi uyutmuş olduğumdan kullanınca bir yazı döşenmenin gerektiğine karar verdim. Bunu modern hayatın kutu içinde teslim ettiği sütü yoğurt yapabilme kaygısı ile, içindeki kuru madde oranını arttırabilmek için birden çok taşım kaynatırken evi kaplayan o süt kokusunu duyumsadığımda yaptım. Neyi yaptığımı takip edemediniz mi. Belirteyim, karar verme işini diyorum canım, başka birşey değil. Yoğurt uyutmak denir bizde, o şekil aradım internette, çok az cevap aldım. Evde yoğurt yapımı diyorlar daha ziyade günümüzde. Iıh, ben yoğurt uyutmak diyeceğim çünkü bana bu daha ilham verici geliyor. Ara not: O kadar kızmama, kırıp dökmeme rağmen şu dil duyarlılığımla, ben hala yazarken bazen bulamıyorum aktarmak istediğim kavramın Türkçesini. İlk ışık yanan bazen İngilizce kavram oluyor. Dönüp o kelimenin Türkçesine bakmak çok komik sözlükten. inspayring.. peh. Ara not bitti. Yoğurt uyutmak diyeceğim çünkü iyice berkitmek var orada. Rahatsız etmemek var, hareket ettirmemek var. Uyuyanın da üzerine kar yağar zaten. Yattığın yerin ısısını iyi ayarla, ışığını gözet eğer uyku sorunun varsa.

Sütü uzun ömürlü pastörize ve dahi yarım yağlı, mayalık yoğurdu da plastik kapta olduktan sonra üzerinde yazan marka en doğalı, en bilineni, en çok satanı olmuş kaç yazar. Elde ettiğim yoğurt şimdilik kaymak kıvamında. Ama hakkını yemeyelim, görünüşü yoğurt. Aradığım o ekşiliği bulana kadar sanırım o yoğurt böcüklerinin birkaç döngü yaşlanmaları gerek. Bakacağız artık.

Bir kakaolu yaptım, bir de üzümlü-yaban mersinli. Ömürleri yarım saatmiş. Bizim işyerinde var birkaç tane kıran ya da çekirge. E tabi o durumda gönül koyan da oluyor hani bana diye. Bu demek oluyor ki çay demlenmeli evde ve o dem alınmalı çaylı kek için üçüncü raundda. O şimdi çıktı ya kalıptan, ondan kaldım ben bu saate. Size sormadan söylemiş olayım. Merakım da birikmiş, uyku yerine bi yerlere yazdım onu. Yetmeyince buraya da yazayım dedim. Biriken meraklı cümleler ne kadar diye.

Berberimi değiştirdiğimi söylemedim size. Sekiz ay falan oldu. Diyemedim. Kendime de kabul ettiremedim ya, ondan. Gidip Muharrem abiye, ben gelmeyeceğim artık sana diyemedim. Halil Hoca'ya da kitabını veremedim hala. Daha yakın bir berbere gidiyorum. Benden küçükler, uymaya çalışıyorum bakalım. Kelle derseniz, bence aynı. Göbekte ise bir ya da iki kiloluk bir artış var, ilgilenmek gereken. Niye artış derseniz, ben size şu hemen alttaki paragrafta başka bir yeni haber vereyim. Bak şu alttaki.

Yogaya başladım. İşyerinden bir grup oluşturduk. Bir hoca bulduk, yeri de sen bul dedik. Haftada bir, iki saat kadar olmak üzere sanıyorum sekiz ya da dokuz ay kadar devam ettik ve son iki aydır da yapmıyoruz yaz münasebeti ile. Bakalım devam edebilecek miyiz, şu andaki merakım da o. Belki anlatırım ayrı bir yazıda. Bu özetlerin nereleri ile ne kadar ilgilenildiğine bakar. Bence anlatmam ya, göreceğiz.

Daha önce bilgisini vermiş olduğum o işyerindeki gündelik egzersizler ise inatla devam etmekte. İki yıla aylar kaldı.

Kardeşim askerden döneli de aylar oldu. Sağlıklı paşa. İş arıyor. Ziyaretime gel diyorum, anlamadı değnek, iş bulursan gelemezsin demeye çalışıyorum, anca anlayacak sanırım.

Yaz tatili yaptım. Dokuz gün. İlk yarısı temalı. Yoga tatili. İkinci yarısı da temassız. Deniz falan. Belki ayrı bir yazı ile anlatırım. Başka tatil yapar mıyım bilmem. Bu günlerde nasıl bir hayat yaşamakta olduğumdan ziyade (ki bugünlerimde keyfim yerinde, acı-tatlı devam ediyorum) bu ülkede nasıl bir hayat yaşayacağımı düşünüyorum ileride. Eskiden genelde düşündüğüm problemleri çözebilirdim, yaşlanıyorum galiba. Son cümleyi algım ve bakış açım genişliyor diye de okuyabilirsiniz.

Arabama dokundular park yerinde. Yok yere iş. Pazartesi tamire götüreceğim. O kesin de nasıl döneceğim sanayiden, ona bakacağız.

Haber veririm.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Politik Saçmalıklar: İyelik

İşine geldiğinde benim bakanım, benim müdürüm, benim müsteşarım vs. diyecek ve devletin tüm organlarını seçilmiş, atanmış ayırmadan sahiplenecek, tebaan sayacaksın. Ondan sonra işine gelmediğinde, tutuştuğunda da devlet onu bunu yapar, biz yapmayız diyeceksin.

Var mı öyle yağma, çocuk mu kandırıyorsunuz.

Sen devletin tecellisisin. Bayrağı taşıyanısın. Sorumlusun.

Bir karar ver arkadaş, sen tüm organlarına sızmaya çalışmıyor musun. Devlet denilen tüzel yapının kendi kafana göre çalışması için tüm enerjinle, tüm elemanlarınla uğraşmıyor musun. Hükmetme gücünle devlet olmak istemiyor musun zaten. Olmakta olduğun şeyi neden kötülüyorsun o zaman.

Pise yatmayı mı seviyorsun.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Genç Arif(Akif)

Kulaktan klavyeye diye bilin siz bu yazının sınıfını:

Hüseynik'ten Çıktım Yola

Hüseynik'ten çıktım şeher yoluna
Can ağrısı tesir etti koluma
Yaradanım merhamet et kuluna

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana cevri ne

Telgırafın direkleri sayılmaz
Ati Hanım baygın düşmüş ayılmaz
Böyle canlar teneşire koyulmaz

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana cevri ne

Lütfü gelsin telgırafın başına
Bir tel çeksin Musul'da gardaşıma
Bu gençlikte neler geldi başıma

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana cevri ne

Muzaffer Ertürk, Adile Kurt Karatepe, Gülay, Ahmet Kaya, Yavuz Bingöl ve Erkan Oğur-İsmail Hakkı Demircioğlu-Erdal Erzincan üçlüsünden dinledim. Hepsi güzeldi.

Farklı yorumlar var:
Hüseynik'ten çıktım yola-Telgrafçı Akif
Arif-Akif,
Ati-Atik,
Can ağrısı tesir etti koluma-Kol ağrısı tesir etti canıma-Can ağrısı tesir etti canıma
Lütfü-Lütfi

Özel Haber ve hatta Son Dakika

Bugün bir devrin battığı gündür blogcuğum. Vallaha bak, anlatayım:

Nisan 2008'de askere gittim. Ekim 2008'de de bitirdim ya, o sürecin başını kısaca anlatmıştım, hatırlarsın.
İşte o süreçte Mart 2008 sayısını okuyamamıştım Atlas dergisinin. Hatta Nisan 2008 sayısı da gelmiş ve paketinde kalmıştı. Askerliğim süresince her ay çıkan sayıları ise babam benim için almış, biriktirmiş ve -tahminen- emanet diyerek, açmamıştı bile. Sonra askerden geldim, birikenleri aldım ve memleketten tekrar Ankara'ya döndüm. Gökhan'larda kaldım -sanırım- en az iki ay. Niye derseniz ev tutacak param ve çalışacak bir işim yoktu o zaman. Ben daha askerde iken Feyza'nın bağlantıları kurduğu iş seçeneklerinden birini seçtim, bir ay sonra çalışmaya başladım. İşe başlamam maaş gününü geçirdikten sonra olduğu için bir ay eksi bir hafta kadar daha çulsuz gezdim. Maaşı aldım, eve çıktım. Deneme süresi sonunda beni işten atarlar mı acaba diye düşüne düşüne*, daha ilk maaşı almadan onun hesabı ile tuttum evi falan. Ne diye başladın, ne anlatıyorsun diyorsan, bilmem derim. Döne döne aynı üç kazağı giydiğimi hatırlamam bana tebessüm ettirmiyor hala, rahatsız ediyor, belki ondandır diyebilirim. Ama bağlayacağım, merak etme. Hal böyle iken açıp açıp kapattım biriken dergilerin kapaklarını. Ay döndükçe de aldım ha, atlamadım. Sonra iş, daha senesinin ortasında iken tekrar ev değiştirme gereği, bitmeyen ve artık bitmeyecek olan yüksek lisans, kişisel sorunlar derken alınmış olan ve okunmamış olarak bekleyen Atlas dergisi sayısı arttı. Hatta bir ara birbuçuk sene geriye kadar düştüm sanırım.

İşte haber de tam bu noktada ürüyor. Bugün, biraz önce Haziran 2010 sayısını da okumayı bitirdim, koydum kitaplığa. Bitti, yazı bu kadar.

Yok değilmiş, birşeyler daha yazmak istiyorum:
Ben buyum işte, yenildim, kabul ediyorum. Herşeyi geciktiriyorum. Ve bu yenilgi var ya, hiçbir şey değiştirmeyecek, buradan bunu da ilan ediyorum.
Adım Çağlar ya, adımı da dolduramıyorum. İsteyen bana bundan sonra Çağlayamaz diyebilir, izin veriyorum.

* Şu anda bile, bu da hala komik gelemiyor.

Not: Bilmeyen için dergi okumamın tanımını yapmak istiyorum. Bazen reklamları da dahil ederek, her zaman dergideki büyük küçük her makaleyi, notu, resim altını okurum. Anca o zaman biter dergi benim için.

4 Haziran 2010 Cuma

Kadınlar

Katranı kaynatsan, olur mu şeker ...
ya da
Huyum kurusun ...


Helin: Sen gidene kadar bana soru soracaksın.
Çağlar: Nasıl? Siz gidene kadar soru mu soracağım.
Helin: Haayır, sen... gidene kadar.
Çağlar: Neden hep ben soruyorum. Biraz da sen sorsana.
Helin: Cıks. Sen soracaksın.
Çağlar: ...
Çağlar: Neden hep sizin istediğiniz oluyor. Hiç benim istediğim yapılmıyor.
Helin: Iıhh... bilmem.


Taa eski blogda sözünü etmiştim bu konunun ama tabii sonra maçamız tutmamıştı, yazamamıştım. Çağlar'ın kadınlarla ilişkileri diye. Zor iş birader. Hem yazılamıyor hem de zaten anlaşılmıyor kadınlar ki bir de yazılsınlar. Ama işte bırakmıyorlar yukarıda gördüğünüz üzere.

Bir kadınla daha ilk karşılaşmamda alenen flörtleşmem pek olmuş şey değildir, o nedenle konu oldu Helin.
Ortak bir tanıdığımız aracılığı ile konuşma başladı:

Ç: Merhaba Helin hanım. Kaç yaşındasınız acaba, çok merak ettim.
H: Dört. Ama neredeyse beş olacağım 21 Haziran'da.
Ç: Aa. Çok sevindim. Şimdiden kutlarım doğumgününüzü.
...
Ç: Okulunuz tam gün mü acaba.
H: Evet.
...
Ç: Kollarınızdaki şeyler ne kadar güzelmiş. Kim yaptı, kendiniz mi çizdiniz.
H: Bunu Bahar öğretmenim yaptı, bunu da başka öğretmenim.
Ç: Kreşteki en güzel öğretmeniniz kim.
H: Iıımmm. Bahar öğretmenim.
Ç: Hımm. Kaç yaşında acaba Bahar hanım.
H: 23.
Ç: Hımm.
H: Evli, bir çocuğu var. Çocuğunu kreşe getiriyor.
Ç: Anlaşıldı o zaman. Pekiii, en sevdiğiniz öğretmeniniz kim.
H: .. ... Bahar öğretmenim...
Ç: Hehe, anlaşılan o ki, güzel eşittir sevilen.
...

En başa aldığım konuşma normalde ilk konuştuklarımız değildi. Ama bu alttaki son konuşmamız oldu:

Ç: Bak, babanlar kalkıyor.
H: Evet.
Ç: Hani ben gidene kadar buradaydın. Bırakıp gidiyor musun beni.
H: İhih.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Zıp zıp olasılık

Ne başlık koysam, bilemedim. Öylece uydurdum. Ama eminim, altını doldurabileceğim.

Bu yazımızda sizinle ruhumun önemli doktorlarından birinin zıp zıp zıplamak dediği şekilde hareket edeceğiz konular arasında. Uzun sürmeyecek ama Ankara var, çatışma var, teknoloji var, yerli üretim var, hatta belki foto bile var, buyrun.

Geçen hafta Silahlı Kuvvetlerimiz bir tatbikat yapmış, gazetelerde haberleri var. Gece yapılan manevralar manşet oldu. Ama orada bir yerlerde insansız hava aracı da kullanıldığını yazmışlar. Baktım, kurcaladım Baykar Makina diye bir firmanın ürünüymüş kullanılan sistem. Tıklayıp göreceğiniz gibi olan, aşırı sade görünen sitelere dikkat edin, altında çok sağlam bir temel çıkıverir, şaşırırsınız. Bu örnekte de tam anlamıyla yerli yazılımlar var, inanç var (sanırım) . Sanırım dedim çünkü bilmiyorum, sadece hissettim. Elle tutulan bir başarı var tam anlamıyla. Adamlar elden uçuşa başlatılan insansız hava aracı yapmışlar, uçuyor, boş değil. O yaptıkları cihazlar uçabildikleri için insanlar daha az ölüyor, bu kadar da basit. Neyse, uzatmak istemiyorum burasını, hassas konu. Dileyen okuyabilir farklı kaynaklardan. Ama bu yukarıda tıklanabilir halde verdiğim sitede, ana sayfada en altta bir alıntı var, buraya da almak lazım ki oradan devam edeceğiz:

"Avrupa'dan, Amerika'dan lisanslar alip tayyare yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük bir kıskançlıkla saklanmaktadır.Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse, demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa ve Amerika'nın son sistem teyyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda getirilmelidir." Nuri Demirağ


Yanlışsa yanlış diyebilirsiniz yorumlarda. Ben doğru olduğuna inanarak, bu ismi biraz kurcalayın derim. Yaptığı iş ile ismi bina edilen ilklerimizden. Ama ülkede sadece tren yolu yapmakla kalmamış. Şimdi okuduğumuzda bana şaka gibi gelen bir hayatı var. İlk özel sektör seri üretim uçağını yapmış ülkenin. Yolcu uçağı. Nerede yapmış derseniz şimdi İstanbul'da Deniz müzesi olan yerde, o bölgede. bildiğiniz Beşiktaş iskelesinin oralar işte. E yaptı da nerede uçurdu sanıyorsunuz. İhtiyaç olduğu için, kendi parası ile bir çiftlik satın almış. Çiftlik dediğim 1500 dönüm arazi. Uçaklar için pist falan yapılmış, orada uçulmuş. Sonra seri üretim ürünlerin ihracına izin verilmeyince Gök Okulu diye bir okul kurmuş. Uçuş okulu işte. Yine aynı yerde kurmuş. Orası sonra ne mi olmuş, Atatürk Havaalanı diye gidiyoruz, Yeşilköy. Orası da devletleştirilmiş. Anlatılacak gibi değil yapılan işler, sadece uçuş değil. Her türlü üretim var, sigara kağıdından paraşüte. Politika var. Çok partili hayattaki ilk muhalefet partisi falan. İlk Boğaz köprüsü planı. Tabii Da Vinci birader aklımızda. Neyse anlatılır da, buraya sığacak gibi değil. Lütfen -mesela- şuradan ve kolayca bulacağınız başka kaynaklardan okuyunuz. Neyzen Tevfik ve Nazım Hikmet ile olan ilişkisi de oha dedirtecek hayat çeşitliliğinin uç noktaları. Film gibi adamlardan.

Görüyorsunuz, vizyonerlik ortada ve fakat yukarıdan da destek var, soyismini veren Atatürk'ten. Yerli sanayinin göklere odaklanması, hepimizin bildiği "İstikbal göklerdedir" cümlesini gerçek yapmaları için Nuri Demirağ, Vecihi Hürkuş gibi isimlere ilham veren adam, doğrudan kendisi, bu konudaki bir sonraki zıplamamızın inşa edilmesi için emir vermiş. Anlatayım.

Ankara zor memlekettir, ağırlığını hissedersiniz. Tarihtir ve eski olmayan, yaşayan, içinde yaşadığımız, "işe bak, hala olmakta, hala devam ediyor, olacak şey değil" dediğimiz, standartlara göre genç olan bir tarihin bayrağı bir kenttir.

Ankara'yı bilenler için; bizim Konya yolu ya da Samsun yolu dediğimiz, şehrin -artık- ortasından geçen bir yol vardır. Otobüs garajı, üniversiteleri, hastaneleri, alışveriş merkezleri, il emniyet müdürlüğü, kültür merkezi, oto sanayi sitesi, falanı filanı bu yolun üzerindedir. Konya yönü arkanızda, Samsun yönü önünüzde Gazi Hastanesini, Ankara Diş'i sağınızda bırakıverirsiniz, Solunuzda Sabancı kız yurdu erir, Gazi kız yurdunın tam karşısında iken sağınızda ne vardır, bilmezsiniz. Yıllarca geçersiniz önünden, anca belki bilenler için Ankara Üniversitesi Tandoğan Kampüs girişine ulaşmak için, ya da Ankara Diş'in arkasına arabayı parkedebilmek için kullanılan o sote sokağa ulaşmak için kullanılan bir cep vardır. Konya Yolundan o cebe girersiniz, yüksek bir duvarın yanından ilerler ve sağa içeri dönersiniz, yol döndürür sizi. Aslında etrafını dolaştığınız, Konya yoluna cepheli, yüksek duvarlı bina kompleksi neresidir, hiç bilmezsiniz. Yani belki bazılarınız biliyordur da, ben hiç mi hiç bilmiyordum. Milli Eğitim Bakanlığının olmuş, Askeriyenin olmuş, kümes olmuş, depo olmuş, herşey olmuş. Şimdi de Tübitak'ın olmuş. Adı basit: Ankara Rüzgar Tüneli. Ya yazıyorum ama, hala inanamıyorum, bu da şaka gibi. Rüzgar Tüneli. Niye bu paragrafı yazdım, çünkü yapılma emrini Atatürk vermiş de ondan. Kırklı yıllarda yapımına başlanmış. O tarihlerde lütfen kimlerin(hangi ülkelerin) elinde rüzgar tüneli vardı, araştırınız. Dünyanın tümünden bahsediyorum. Nuri Demirağ Nud38'i üretip dışarıya satacakken kimlerin uçağı yok idiyse onların rüzgar tüneli de yokmuş. Yeşilköy'deki ilk pist yapıldığında öyle bir pistin dünyada sadece bir de Hollanda'da var olması, başka yerlerde olmaması gibi birşey.






Neden olasılık tanrıları var bu yazıda, bir sebebimiz daha var. Geçen hafta olmayacak iş; bir arkadaş "şuraya şuraya giderken bir tabela gördüm, Tandoğan'da da bizim kurumun yeri varmış" demişti. Sanırım onun dediği yer de burası, Rüzgar Tüneli.

Olasılık tanrıları yaz dedi, yazdım.

14 Mayıs 2010 Cuma

Uçmayan Güvercinler

Sürekli karşıma çıkmaktalar çeşitli vesilelerle ama anca bu güne yazı konusu olabildiler.

Aslında kuşlarla ve hatta güvercinlerle münasebetim eskiye dayanıyor. Bir ara buralardan da ulaşılabilen(belki hala link vardır) bir fotoğraf albümünde kuşlar teması vardı. O konuda özellikle güvercinler konu mankenim idiler. Yazı konusu da oldular aslında. Hayatımda ilk ve tek kez babası olduğum aile bir güvercin ailesi idi. İşte neyse, bugün farklı bir algı boyutunda karşıma çıktılar.

Uçmuyor bunlar. Böyle tavuk gibi, yeri didikliyorlar. Hepsi ama. Özellikle yağmur sonrası, yağmur tohumları, polenleri vb. yere indirdiğinde oluyor bu. Bi seviniyorlar ki sormayın. Hepsi kafa sallamakta, zevkten dört köşe ortalıkta o köşe senin bu köşe benim dolaşmaktalar. Ama nasıl sevinçliler, etraflarının farkında değiller. Biliyorum, diyorlar ki "aa ne kadar harika, benim için yağmur yağmış, işte bak tohumlar var burada, sırf ben yiyeyim diye, bu bir işaret olmalı. Amaan asfaltta olsalar da önemi yok ki. Ben asfalta çıkayım, yiyeyim onları. Çünkü o tohumların oraya inmiş olmalarının bir manası olmalı. Asfalt da olsa, arabalar da geçse, tohum işte, ben bundan bir anlam çıkarmalıyım."

Yanlış şekerim. Tamam, sen tohumları, otları yemekten keyif alıyor olabilirsin, doğan gereği o yerdeki şeylere istek duyuyor olabilirsin, senin ihtiyacın da olabilir onlar. Ama işte yağmurun senin için yağdığını, o yağmurun o şeyleri yere -sırf- senin için indirdiğini düşünmen yanlış. Öyle olduğu için oluyor sadece. Yağmur yağarken seni düşünmüyor. Tohumlar ağaçlardan kopup yere inerken seni gözetmiyorlar. Sen etrafında olup bitenlerden anlamsızca, safça, hatta salakça gereksiz manalar çıkarıyor, kendine yontuyorsun. Yapma böyle. Yiyeceksen ye, ne yapacaksan yap ama öyle havalara girme. Kimse senin için, sen istiyorsun diye, sen iyi ol diye birşey yapmıyor. Sadece, öyle olduğu, doğanın kuralları o şekilde işlediği için oluyor. Sen öyle aklı bir karış havada(ki o havadaki akla da kuş beyinli diyerek boyut bilgisi eklenmişliği çoktur) hem de uçma yetin varken uçmadan gezinirsen ezilirsin. Herkes rolünü oynar, yolda da araç olur, ezer. İşi bu. Sen aklı bir karış havada, mutlu mutlu kendin için yere indirildiğini sandığın tohumları yerken ezilen güvercin olursun. Uç arkadaşım, o kabiliyetin var senin.
Uç.
Yoksa ezilirsin.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Taze Acı Biber

Çok incelemedim netten. Kendi kayıtlarımda olduğu kadar anlatıyorum, yanlış ve eksik de olabilir.

Kolay erişebileceğimiz market, manav, pazar gibi ortamlarda bunların temel iki çeşidi var. Ben bunların birincisine çarliston, ikincisine sivri diyorum. Ha bu isimlerle çağırınca gelmiyor ikisi de, belki yanlıştır, bilemem.

Bana hep çarliston biraz kişiliksiz gibi gelmiştir, affetsin. Daha büyükçe, şişmanca ve daha açık renkte olandır. Acısına da rastlamadım. Hani yasak savar gibi, var da bir işe yaradığı yok havasında biberdir. Gıcır gucur, katır kutur sesler çıkarır. Rengi açık yeşildir, sarıya bile çalar desem, yine de kadınların o sınırsız renk skalasının yanından bile geçemem. Diğerine göre daha kolay, çabuk çürür gibime gelmekte. (Ne kadar çok aşağıladım yahu meredi) İçinde olması beklenen bazı bölgeler yoktur, ya da olmayabilir diyelim. Çekirdekleri bariz bir şekilde eksiktir. (Üf ağır konuştum, kısır diyorum bibere direk) Varolan çekirdekler de sap kısmına yakındır. Not düşeyim, hiç çekirdeği olmayanına da rastladım. Dikkat ettiniz mi tadı ile ilgili ne olmadığını söyledim sadece, acı değil diye. Peki sorarım size, acı değilse nedir, ben bilmiyorum. Kişiksizlik tadında da var. Sulu diyebilirim, anca o kadar. Bunca yerden yere vurduğuma bakmayın, severim kendisini. Sonuçta ağzı var dili yok, etliye sütlüye karışmaz bir varlık.

Gelelim başlıkta da adı anılan, ayın karanlık yüzü, terazinin her anlamda ağır basan tarafındaki kardeşi, sivri bibere. Serttir kişilik olarak, sağlamı sağlamdır. Eğilip bükülmez. Fittir, incedir ve koyu renk bir tene sahiptir. Koyu yeşil tabii ki. Çarlistona nazire yaparcasına, bunun da acı olmayanı az ve zor bulunur. Ya da beni sürekli, bu yaşıma kadar yemiş olabilir pazarcılar "abi tek tük çıkar acı" diyerek, bilemiyorum. Bunun yaşlılığı çekilmez, pörsür. Atılmaz, satılmaz, kesilmez. Bıçağa gelmez, ısırmaya gelmez. Kayış gibi birşey olur. O vakte bırakmamak, diriliğinden faydalanmak lazım. Sivri biberi yemeye ucundan başlarım, sapından değil. Boyut olarak ilk yarısında çekirdek olmayacağının garantisini veririm size. O noktadan sonra da giderek artan bir konsantrasyon ile çekirdekler ve çekirdekleri tutan o odunsu, lifsi doku başlar içinde, ortada. Bilmemiz ve en çok dikkat etmemiz gereken özelliği de sapına yaklaştıkça acısının artmasıdır. Yo dostum yoo, bazen karşına öyle sivriler çıkar ki, son üçte birlik kısmı yememelisin. Herkesin bir özeli vardır, kol mesafesi, girmemek lazım. Şimdi dikkat, sapa en yakın yerdeki eti 5 acı ise, o çekirdeklerin tutunduğu lifli doku en az 20 acıdır, uyarayım. Hiçbiriniz orayı yemeyi denememişti değil mi. Kesersiniz dikine bıçakla, sonra da gereksiz diye söküp atarsınız çekirdeklerle birlikte orayı. İşte hayatta ne kadar çok şeyi değersiz görüp fırlatıp atıyorsunuz bir kenara. Acı ama gururlu biber içleri hep arkanızdan ağlıyorlar.

Şaka bir yana, bu sabah saat 06 civarı yeni bir bilgiye ulaştım bu mevsimsel alerjim ile ilgili. Taze biberin acısı iyi geliyor. Dandik bir yerde okudum, kaydetmeden de kapattım ama işte yine olasılık tanrıları, dolapta çarliston bile değil, bildiğin taze acı biber vardı. Denedim ve belki bana zihnimin bir oyunudur, bilemem ama faydasını görmüş bir durumdayım. Astım belirtilerine, gözdeki ve burundaki tüm belirtilere iyi geldi. Yaklaşık iki saattir bir doz taze acı biberi(sivri) ucundan sapına doğru (ama lütfen özen gösterelim; oral yolla) düşük konsantrasyonda tüketmekteyim. Umarım uzun salınımlıdır, etkisi kalıcı olur. Ne kadar acı, o kadar faydalı. Bir yerinin acısını unutmak için başka yerini acıtmak gibi.

Not: Şimdi aklınıza hemen süs biberi, cimbiber, jalapeno, habanero ne bileyim dolmalık falan gelecek. Lütfen gelsin. Getirin gelenleri, yorum yazın, birşeyler söyleyin. Kafayı yiyeceğim bu alerji yüzünden.

4 Mayıs 2010 Salı

Dönemsel Alerji Yazısı

Efendim, Ocak 2007'de konuyu ilk kez gündeme getirmiş ve bilgileri toparlayan bir giriş yazısı yazmışım Alerjik Ben isminde. Sonra da Mayıs 2009'da Su filtreli elektrikli süpürge ve gramineae isminde başka bir yazı ile konuyu açmış, durum güncellemesi yapmışım. Şimdi de gelişmeler ile karşınızdayız.

Aslında gelişmelerden önce birşeye dikkat çekmek lazım, geçen sene de benzer zamanlarda yazmışım çıldırma yazısını. Bu sene iki hafta erken, zira artık bir beklenti oluşturdum ve boşa çıkmakta olduğunu gördüğüm için geri tepmekte. (Rebound effect?)

Şimdi baktım, rebound eff. değilmiş. O tedaviyi bırakınca olan birşeymiş. Burnunuza sıktığınız fısfısı bırakınca daha fazla tıkanması gibi.

Bakalım konu ile ilgili son yazı sonrasında neler olmuş. Kışın -aslında biraz da bir arkadaşı yüreklendirmek için yanında gittiğim- bir hastanede ben de muayene oldum alerji bölümünde, daha önce konuşmuş olduğum bir profun hocası olan başka bir profa. O vakit durumum iyice idi. Tahmin edilen ve bilinenlerin dışında pek birşey söylemedi. O zaman aklımda kalan yeni birşey dönem başlamadan önce bir deniz tatili yapmanın bünyeye iyi geleceği idi. Yaptık, bi b.k olmadı afedersin. Neyse, konu tam olarak bu değil. O görüşmede bana Atalet'in de daha önce söylemiş olduğu dönemsel ? dönem öncesi ? aşı tedavisinden bahsetti (preseason immunotherapy)

2007 yılında yazmış olduğun ilk yazıda bahsi geçmeyen bir yöntem bu. O zaman bilmiyordum. O yazıdaki aşı tedavisi çok uzun süren, 3 sene boyunca periyodik olarak gidip aşı olduğunuz, bu periyotların haftalık, aylık olabildiği birşey idi. Yanlışsa da kusuruma bakmayın, hatırımda o kadar kalmış. Bu yeni dalga ise başka. Her sene yenilenmesi öngörülen, bir yıllık uygulamasının dönem başlamadan önce(baharda yoğunlaşan alerji için şubat ayında mesela) 7 hafta boyunca haftada bir yapılan aşı uygulaması şeklinde olduğu yine bir tür duyarsızlaştırma tedavisi.

Uzatmayayım, bu dönem başında ben bu uygulamaya başladım battı balık yan gider hesabı. Önce uzun uzun konuştuk doktor ile. Kaygıları belirttim, sorguladım ciddi bir süre. Yapacağınız duyarlılık testi ile duyarlı olduğum alerjenlerin yüzde kaçını tespit edeceksiniz, önereceğiniz aşı tipi ile bu bulduklarınızın yüzde kaçını kapsayacaksınız, kapsayabileceğiniz alerjenlere karşı yapacağınız aşıdan yüzde kaç başarı elde etmeyi bekliyorsunuz, dönemi ilaç kullanmadan geçirme ihtimalim yüzde kaçtır, burada aşı uygulanırken aşırı tepki verirse bünyem(anaflaktik şok) yani geberip gidersem, geri getirebilecek donanımınız var mı gibi basit sorular sordum. Kibar adam, sadece gülümsedi ve hepsine cevap verdi. Zaten doktorun(genişletir isek iletişimcinin) iyisi bu soruların iknaya hazır, cesaretlendirici birşeyler duymak isteyen insan soruları olduğunu biliyor. Ha benim durumumda kafama yatmayan bir cevap olsa idi iptal ederdim işi, etmedim çünkü artık bir de bunu deneyelim, bundan sonra bi tek kulağımızın arkası kaldı havasında olduğum için bu psikolojiden cayacak kadar ciddi bir sıkıntı duymadım.

Önceden de bahsettiğim şu deri testinden yaptılar. Büyükten küçüğe doğru birkaç tanesini sıralamak gerekirse;
Polen Karışım III : 9 x 7 mm.
Secale(Tahıl-Arpa) : 7 x 8 mm.
AkarI Mix : 6 x 6 mm.
Polen Karışım IV : 5 x 5 mm.
Cat Hair : 5 x 5 mm.
Dog Hair : 5 x 4 mm.
Ağaç Poleni Karışımı : 3 x 3 mm.
Polen Karışım V : 3 x 3 mm.

Bunların dışında Hamam böceği de var, 3 x 3 mm. Lateks(biliyorduk da, yine de şükür), mantarlar, kümes hayvanları, fındık vb. şeylere de alerjimin olmadığını öğrendik.

Bu tabloya göre doktor Allergovit isminde standart bir aşı uygulamaya karar verdi. Dönemsel olmayan akar, kedi, köpek ve tahıl'ı listeden çıkarınca fotoğraf netleşiyor zaten. Ha o ilaç bunların ne kadarını kapsıyor derseniz, bilemem. Şubat ayının ortasından itibaren, dönem başlamadan tamamlanmak üzere 7 haftalık uygulama dönemine girdik. Her hafta iki katına çıkarılan dozlar halinde koldan verdiler küsküyü.

Şu vakte kadar hiç ilaç kullanmadım daha. Bu iyi birşey. Ama geçmiş senelere dair hatırladıklarıma ve bulduğum Ankara polen yoğunluk haritalarına göre "Daha herşey yeni başlıyor dostum"

Bunu niye şimdi yazdın derseniz de, bu sabah ilk kez göğsümde hırıltı ile normalinden erken uyandım. Bu iyiye işaret değil. Kesinlikle beklemiyordum. Şimdilik köprü ve bağlantı yolları açık, gelişmelerle karşınızda olacağız.

6 Nisan 2010 Salı

İlksel Algoritma

İlkel değil, ilksel. TDK "başlangıçta bulunan, başlangıcı belirleyen" diyor ilksel için. Yazının konusu olan özel anlamı ise şöyle verilebilir sanırım: "zamandaş olduğumuz ama üretim kuvvetleri ve ilişkileri bakımından insan tarihinin çocukluk günlerini andıran toplumlar".

Haziran 2009 Atlas dergisinde "Hadzabe"leri anlatan bir makale var. Diyor ki:

Yaklaşık 10 bin yıl öncesini insanın ilk büyük devrimi yaptığı tarih olarak kabul edebiliriz. Göçebe yaşamı terk ettiği, tarıma geçtiği devrim... Avcı derleyici toplumdan çıkıp, hayvanları evcilleştirdiği, tohumu ektiği devir. Bu tarihe kadar belki bir milyon, belki iki milyon yıl yalnızca avlanarak, yabani yemiş ve kök derleyerek yaşadı. ... İşte Hadzabeler, insanın başlangıcındaki gibi yaşayan, dünya üzerinde sayıları çok azalmış topluluklardan biri. En önemlilerinden biri... Hala ilksel kalmaya kararlı bir şekilde yaşıyorlar.

Makalede Hadzabelerin nasıl hala avcı-derleyici yaşadıklarına dair uzun açıklamalar, örnekler, fotoğraflar ve daha birçok şey var. Yazar onlarla birlikte yaşamış bir süre, rehber/çevirmenler aracılığı ile konuşmuş, bir anlamda mülakatlar yapmış.

Şu anda kafamızda beliriveren anlamıyla ilkel değil, ilksel olduklarına dair çok önemli ipuçları var sorulan sorulara alınan cevaplarda. Mesela "başlangıçta ne vardı" sorusu var. Anlatıla anlatıla, ağızdan ağıza taşınan öğretilerine göre dört büyük çağ yaşanmış. Her çağın insanı aslında tür olarak bile farklı farklıymış. Her çağın insanını, dünyasını, ateş yakıp yakamadığını, yakabiliyor ise bunu nasıl yaptığını anlatmış ailenin avcı babası yazara.

Neyse, Hadzabeler eşitlikçi ilksel toplumlara bir örnek. Tüm obada paylaşmaya dayalı bir ekonomi. Toplanan ve avlananlar paylaşılıyor. Günlük yaşanıyor, depolama yapılmıyor. Hiyerarşi yok. Mahkeme ve cezalandırma sistemi yok. Tek eşlilik var. Eş seçmede kadın ve erkek eşit (bunun ritüelleri anlatılıyor makalede) ve anne ve baba müdahalesi çok az seviyede.

Tanıdık okur farkedecektir, olay bu değil, bu giriş. Geliştirmeden sonuca gelelim:

- Seni seviyorum, nasıl söylenir Hadzabe dilinde?
- !Şianti not.
İlk sözcüğün başında bir klik sesi çıkartmıştı Gulumbi. Sonra "Kadın ne karşılık verir" diye sordum.
- Nubeya o !çieya.
Ne anlama geldiğini sordum tercümana, "Ben seni kabul ediyorum" demek olduğunu öğrendim.
- Sonra?
- Maesana!
Bu da, öyleyse gidelim anlamına gelirmiş. Birlikte kızın ailesine gitmek için söylenirmiş.
- Ya kabul etmezse, o zaman ne der kız?
- Aku dat atmahat!
Kabul etmiyorum anlamına gelirmiş. Bundan sonra, yine sorum üzerine öğreniyorum ki erkek arzusunu ve aşkını tekrarlar, ısrar edermiş, kız da naz yaparmış.

Ne diyoruz hep, kadın seçer, kabul eder ya da etmez. Biri seviyorum der, öbürü kabul ediyorum der (ya da etmiyorum der).

Hayat böyle, en başta da, şimdi de.

Ah erkek ah, ilkel değilse de, maymun işte.

25 Mart 2010 Perşembe

cat altin_tas.txt

Altın tas içinde gınam ezilir annem ezilir
Gümüş de tarak üstüne zülüfüm düzülür annem düzülür x2
Ben gidiyom annem düzen bozulur annem bozulur
Ah etmesin annem kızlar böyl'olur annem böyl'olur
El evine giden kızlar kül olur annem kül olur
Annem benim sandığımı açmasın annem açmasın
Çuha da şalvarıma uçkur takmasın annem takmasın x2
Kızım gelir diye yollara bakmasın annem bakmasın
Ah etmesin annem kızlar böyl'olur annem böyl'olur
El evine giden kızlar kül olur annem kül olur

24 Mart 2010 Çarşamba

Yol nedir

"...bir evin kapı önüne gelmişim yine, kapıda genç bir çocuk, tombulca bir kızı evine bırakıyor besbelli, ama sıradan iyi geceler konuşmasına benzemiyor pek, çocuk sanırım izafıyet teorisinin yoga üzerine yan etkilerinden bahsediyor, kız da nezaketen dinliyor, bitse de uyusam diye. bu çocuğun yolu yol değil bir akıl veren olur elbet..."

Yukarıdaki kurmaca satırlar bir arkadaş tarafından yazıldığında tarih geçen sene 4 Kasım idi. Metnin tamamında birçok arkadaşımız betimlenirken bu alıntıladığım kısım kuvvetle muhtemel benimle ilgili idi. Kurmaca dedim bakın, tombul kız falan yok ortada, ama önemli olan ve bana dokunan kısım "yolun yol olmaması" kısmı idi.

O gün biraz düşündüm, yol nedir, neresi eğri neresi doğrudur diye. Varamadım herhangi bir yere tabii ki. Ama bir deney yapmaya karar verdim. Değişim deneyi. Yolum yol değilse yolu değiştirmeli idim galiba. Deney küfür etmemek idi. O günden beri küfür etmemeye çalışıyorum. Kendimi ne kadar kötü söz vasıtası ile ifade ediyormuşum, görmeye çalıştım. Oluyor da hani, sinirlenince köpürmek yerine yutuyorum, etmiyorum kötü söz. Arada sırada ufak ufak kaçtığı kesin ama çok düzeldi bence. Ama farkettim ki birşeyleri değiştirmek için aktif enerji harcamak, sürekli kafanın o konunun üzerinde durması hem zor hem de o kadar verimli değil. Güzeli konuyu unutmak, ama aynı zamanda içselleştirmek, normalleştirmek, olağanlaştırmak. En iyi öyle oluyor. Maya o zaman tutuyor. Sanırım şimdilik ekşiyen bir şey yok.

Ama en sonunda da, insan değişimden sıkılınca kalesine, kendi içine dönmeli galiba. Ben biraz evdeyim, dinleneceğim. Beklemem.

21 Mart 2010 Pazar

Bir şehir, iki gün, yetmiş kilometre

Sanırım biraz yazsam iyi olacak.

Geçen haftasonunu birkaç saat erken başlatarak memleketin en turistik şehri İstanbul'a tekrar bir yerli turist edası ile gittim. Amacım değişiklik ve arkadaşları görmek idi. Sonucum da değişiklik ve arkadaşları görmek şeklinde oluştu.

Cuma akşamı otobüs marifeti ile gittim, pazar gecesi de tren marifeti ile döndüm. Şehir içinde 72 kilometre mesafe katettim. Bunun 32 kilometresini yürüyerek becermişim. Gerisi otobüs, taksi, tramvay, vapur. Eski bir arkadaşımda kaldım. Eski kavramına şaşırdım yine. Uzun uzun notlar tuttum, hatta not tutmak için gereken kalemi almak için karşıya, Kadıköy'e geçtim. Zaten Birinci Dünya Savaşını da o balkan arkadaş çıkarmıştı. Notları buraya aktaracak olsam, çok. Sayfalarca. Doğrudan onları aktarmak istemiyor canım, tadı ve canı olmuyor öyle. O notlar başka, bu notlar başka. Bunlar onlardan esinleniyor falan. Aslında şimdi bunun da neden olduğunu düşündüm, ben üzerinden geçmeyi, yeniden düzenlemeyi, tekrar tekrar tüketmeyi sevmiyorum. Zaten(2) Esaretin Bedeli'ni de kaç kere izledim ki. Aslında başka neyi farkettim şu anda biliyor musunuz, bölünmeyi de sevmiyorum ben. Kafamdakiler dağılıyor. Ufak ipuçları, notlar alarak da yazamıyorum, o bile konuyu birden çok kez ziyaret demek oluyor benim için. Ama aynı zamanda "lütfen izin ver de yapacağım işi yapayım" diye izin isteyemiyorum da. Dur bakalım nasıl olacak.

Önemli noktalarını saymak gerek ama bu haftasonu çalışmasının. Bebek sahildeki kahvaltıcılardan Beşiktaş'a kadar yürüdük mesela. Normal havada ve normal zamanında (sıcakken) yapılası ve yapılan birşey olsa da çok erken yapınca üşünüyor. Bir de benim pratiğimde olmadığı için sevdim. Hangi şekilde seyahat edersem edeyim Opet şartlanmasının da işlediğini tecrübe ettim bu yürüyüş ile. Opet şartlanması nedir diyenler için, Opet gördüğün yerde girip işemek diye açıklayalım.

Dolmabahçe sarayını bir de rehberli gezdim, uzun sürüyormuş ama değermiş. Aklında ne kaldı, ne düşündün derseniz, yataklar küçükmüş, bana öyle geldi. Bir de Harem, ama kadın nüfusun gündelik hayatını yaşadığı Harem-i Hümayun tarafı, çok tekdüze idi. Hayatını geçirmek için çok kapalı, kendini tekrar eder, boğucu olduğunu duyumsadım. Hacimden bahsetmiyorum aslında, zira hacim var. Ama değişim yok, hareket yok. Haremden de bahsetmeyi bıraktım, farketmişsinizdir. Hayattan bahsediyorum. Hem de tüm haftasonunu evden çıkmadan geçirebilen ve bundan keyif alan biri söylüyor bunu, görün işte ne kadar bunaldığımı oradan.

Saray'dan çıkışta bir de Beşiktaş'ın ortasına işedim. Üstüne -sanırım- bir İstanbul klasiği olan vapura koşma ritüeli yaşadım. Neden derseniz, işemek için umumi tuvalete girerken saat 17:13 idi. 17:15 Kadıköy vapuruna bindim, hem de jeton satın ama da var arada. Kendimce komik idi yaptığım.

Aslında Eminönü tarafına da uzandık yürüyerek, dönüşte Köprü üzerinde muhabbet Karaköy'deki, Türkiye'de başka şubesi bulunmayan Nadir Güllü'nün Güllüoğlu'suydu. Komik olan şu ki biz bunu konuşurken telefonum çaldı, arayan Ankara'dan bir büyüğümdü, nerede olduğumu öğrenince bana o anda konuşuyor olduğumuz Güllüoğlu'nu söyledi. Dedim, "şimdi konu konuşuyoruz, tamam" Ama hayat güzel biliyor musunuz, farketmek lazım. Şimdi bu aktardığım Güllüoğlu'nu okuyorum oradan buradan, yorumlayanlar, "el elden üstündür, Gaziantep İmam Çağdaş'da da yemek lazım" diyorlar. Şimdi oturup bunu konuşacak olsak bi milyon baklavacı yorumu gelir, demek istediğim o değil. Demek istediğim şu ki ben bu şubesiz baklavacıyı bilmiyorken, seneler önce, hatta ne yaptığımın farkında olmadan yemişim baklavayı Gaziantep'teki İmam Çağdaş'ta, hayat işte bu yüzden şaşırtıcı ve güzel.

Ha notlarıma bakıyorum, bir de şu var. İkiyüz küsur yaşındaki tünel'e finiküler dedim hem de bunu İstanbul'dan güzel bir İstanbulluya dedim ki, anında aldım ağzımın payını. Yerlisi, Kabataş'tan Taksim'e çıkanına diyormuş onu. Tekniğin adıdır, teknolojinin ismidir falan diye çevirmeye çalıştım ama ne mümkün, oturdum, yutkundum şarabımı.

Özetin özeti; yedim, içtim, dinledim, konuştum.

Döndüğümde ayak tabanlarım üç gün acıdı. Başka acıyan yerlerimin acısı ise hafiflemişti.

28 Şubat 2010 Pazar

Harika bir pazar günü

Sabah kalktım.
Kafamda birşey izleme planı vardı. Elektrikler kesildi.
Elektrikler kesildi diye buzdolabını temizleyeyim, buzunu çözdüreyim dedim.
Otur bekle, erisin değil mi. Bir halt varmış gibi darp ile buzu kırmaya çalıştım, deldim soğutucuyu. Tüm gazı boşaldı. İşe yaramaz oldu.
Zaten eski, tamir bile etmezler. Durduk yere masraf çıktı. Buzdolabı alınacak.
Buzdolabı konacak yerleri ölçtüm, mutfaktaki olası her yer standart dışı. (Eski buzdolabım tezgah altı idi) Herkes düzgün buzdolabı al dedi. Ha bi de şaka yollu aşağılandım da bunun için.
Ayakkabıları temizleyip boyayayım dedim. Siyah boyanın süngeri kopmuş, işe yaramıyor. Renksiz boyanınkini kullanıyormuşum siyah boyamak için.
Bunu, kahverengi ayakkabıyı renksiz boya ile, renksiz boyanın süngerini kullanarak boyayıp ne renk olduğu belirsiz bir ayakkabı elde ettikten sonra farkettim.
Arkadaşlar aradı, dışarı yemek yemeye çıktık. Bilindik, marka olmuş bir yere oturduk.
Beş para etmez, özleşmemiş bir çorbadan sonra yine beş para etmeyen gecikmiş bir yemek yedik.
Sos istedik, bitik şişe getirdiler.
Ekmeğin yarısı kepekli, yarısı normaldi, hepsi kepekli olsun dedik, yok dediler.
Suyumuzu bitirmeden masadan aldılar, özür dileyip yerine açık su getirdiler.
Bir başka arkadaş ile buluşalım dedik telefonla. Nereye gidelim olduk, bilindik başka bir marka kahveciye hep gidiyoruz, bunaldık diye düşündüm, bilindik başka bir marka pastaneye gidelim dedim.
Gittik, afedersin bir halt varmış gibi.
Yarım saatte hazırlanacak bir tatlı, on dakikada hazırlanacak bir başka tatlı, beş dakikada hazırlanacak bir tost ve dondurma istedik dört kişi.
Dondurmadan başlayayım anlatmaya. İstediğimiz çeşit yok dediler. Sakızlı dondurma var dediler. Onu seçtik, pembe birşey geldi. Bu nasıl sakızlı, bu çilekli olmasın dedik.
Amerikan sakızlıymış efendim. Bilememişiz tabi biz. Ne bilelim amerikan sakızını. Big baboldan bahsediyorlar herhalde dedik, geri gönderdik, sade istedik. Onun tadı da tereyağı.
Tost yaklaşık yirmi dakikada hala gelmemiş iken sorduk, beyefendiler yarım saatte hazırlanan tatlı ile birlikte göndermek için bekletiyorlarmış.
On dakikada hazırlanacak tatlı da gecikti tabii. Geldiğinde de şaşırdık kaldık, sunumunu bildiğimiz birşey, ama bunun alakası yoktu bildiğimiz ile. Gönderdik bu kötü diye, Yenisi de bozuk geldi.
Yarım saatlik tatlı da geldi, tadı bir ilginçti. Onu da yiyemedik.
Tost yenebilir halde idi, onu yedik. Ama sağolsunlar, yanında istediğimiz çayı getirmemeyi başardılar.
Zaten mekanın valeleri de bir ilginç idi.
İnsanı bir pazar günü kendi parası ile hem rezil edip hem de mekan önerdiği için vicdan azabı içine sokabilmiş olmalarından dolayı içten içe alkışladık onları.
Yok yok sorun kesinlikle bizde idi. Öyle idi kesin.

Harika pazarım devam etmekte, bakalım ne gibi sürprizleri var daha bana.
Ki daha hiç haber bile dinlemedim.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Kurt Çakal Tilki

Tom Cruise ve Jamie Foxx'un başrollerinde olduğu 2004 yapımı bir film var. Orjinal adı Collateral. Hani ortalığı gümbürdeten bir film olmadı. Hepi topu 7.8/10. Ve fakat sembolizmin gözümüze gözümüze sokulduğu anları bol olan, hızı değişken olan bir filmdi. Ya da ben öyle hatırlıyorum.

Vincent(Tom Cruise) hayatına hiç anlam yüklemeyen, aslında bu sayede de başarılı olan bir kiralık katildir. Fakat bu durum tamamen sorunsuzluk anlamına gelmez, sorgulamalar eksik kalmaz. Bir gece bomboş sokakta taksi ile ilerlerken önlerinden bir çakal hızla geçer. İkincisi ise sakince. Gözlerini diker ve o şekilde önlerinden sakin adımlarla geçer, gider. Aşık olunası sesli Chris Cornell Audioslave'den, içinde "Nothing but a hole / To live without a soul / And nothing to be learned" sözleri de olan Shadow on the Sun şarkısının başını söyleyiverir.

Çakal Vincent'tir tabii ki. Semboldür. Başka şeylerin de sembolüdür çakal o filmde, ama orası okuyucuya bırakılmıştır bu metinde.

Bu akşam benim de önümden bu sefer bir tilki geçer. Çoğumuzun önünden geçmiştir Odtü gibi bir yerde çalışınca. Daha önce kerelerce geçtiği gibi, bakmadan, çok hızla geçer. Yakalayamayalım diye geçer o hızla.

Kendimiz, kendi başınalığımız, hayatımız geçer.

Vincent'in çakalı göz göze gelir ve sakin ve yavaştır. Ama o filmdir, mizansendir. Gerçek hayat, geçer gider, bakmaz bile.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Kitap İmzalamak

Bildiğim kadarı ile normal şartlarda yazar kişi kendi kitabını okur için imzalar. Yazar tarafından imzalanmış kitap normal kitaptan daha değerlidir okur için. (Hani aslında böyle imzalı bir kitabım falan da yok, tahminliyorum. O nedenle, yanlışım varsa düzeltin lütfen). Kitap değerleniyor ya o durumda, demek ki yazarın imzası değerli. Yazar olan karakter önemli yani. Onun imzası kitabı iken, kitabı imzalaması da katmerli oluyor okur için. Normal olan da budur zaten herhalde.
Bir de anı olan imzalar var. Ortada yazar mazar yok. Hediye almışsınız birine bir kitabı, tarihe not düşmek için, hediyeliğini pekiştirmek için hediyenin sahibi olarak imzalarsınız ve hediye edeceğiniz kişiye verirsiniz. Bu imza tipi konumuzun dışında.
Ha ayrıca kendi kendimize de imzalayabiliyoruz bazen. Daha çok tarih notu düşmek için. "Ben taa bu zaman almıştım bu kitabı, yaa" demek için. Bu da konu dışı.

O değil, bu değil, o zaman konu ne be, derseniz; aklıma başka birşey geldi. Yazarın kitabı birine imzalatması ve bu imzadan kitabı nemalandırmaya çalışması, o imzadan potansiyel okurları haberdar etmeye çalışmasını düşünelim. Var mı böyle bir şekil, onu soracaktım. İmzalayan yazar değil, tahminen de yazardan daha popüler birisi. Yani potansiyel okur yazarı değil, imzalayanı biliyor. Bak şimdi bunu yazarken aklıma birşey geldi, hani popüler kitapların arka kapağında olur; "Niyork tayms bıdıbıdı dedi, Mıncal Huruç pek bi beğendi, Zürriyet gastesi modern zamanların en hede hödö kalkanı seçti" diye ilgili kitabı pohpohlarlar. Bu, dediğime benzer mi ki. Girer herhalde de, kafamın içindeki şeyin başka başka tezahürleri de var tahmin edersiniz. Televizyonda birinin eline kitabı alıp tanıtması, başka bir ünlü köşe yazarının köşesindeki yazısına kitabı konu etmesi gibi durumları düşünüyorum aslında. Hani kafadan tenkit ediyorum, reddediyorum falan sanmayın lütfen. Benim de bu şekil tanıtımlardan uyanıp kitap almışlığım var, yalan yok. İşte sabah sabah kafa ya, geçen haftadan, dünden, akşamdan kafama takılan konu çıktı yine çekmeceden. Esas, niye uyumadın deseniz, ona da cevabım yok da, bu değerin metalaştırılması konusunu ne yapacağız. Bu zamanlarda artık bunun alternatifi yoktur, kaybolmaktır mı diyeceksiniz. Sosyal haklara sahip olamayacak mı artık kültür. Eşit değere eşit tanıtım hakkı isteyemeyecek miyiz artık. Bu kadar yoğun bir kalabalığın (her anlamda, insan olarak, üretim olarak kalabalığın), arasında hangi akla hizmet ettiğini bilmediğimiz parlak zırhlı ve zırhının altından bile kaşına kalem, gözüne sürme çektiği belli olan sarışın kültür şövalyelerinin insafına mı kalacağız. Yoksa "cahillik erdemdir" diye ezberden okuyup çıkacak mıyız işin içinden.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Sinir Dersi

Asfaltın üzerinde olan kesik kesik ya da sürekli olan beyaz çizgilere şerit denmez. Onlar şerit çizgileridir. Şerit o çizgilerin aralarındaki, ya da çizgi ile yol sınırı arasındaki asfalt bölgesine denir. Yani şerit çizgileri şeritleri belirler. Sen mal sürücü ! Sürücü olduğun için uymak zorunda olduğun trafik kuralları aracını şeridin üzerinde/içinde kullanmanı emreder, şerit çizgisinin üzerinde değil. Erkek isen bacaklarının arasına ne alacaksın, kadın isen orana burana ne sokacaksın bilemem ama bu işleri şeridim ile yapma, git başka ne buluyorsan onunla yap. Tek bir sandalyeye otur, aynı anda ağzına tek bir kaşık sok, bir ayağına bir pabuç geçir. Anladın mı, bir şerit işgal et. İyice düşün, şerit çizgisini arabanın altında ortaladın mı iki şerit harcarsın, o yolu da hiç bir işe yaratmazsın. Allah belanı verir. Verene kadar bizim belamız olma.