29 Mayıs 2010 Cumartesi

Zıp zıp olasılık

Ne başlık koysam, bilemedim. Öylece uydurdum. Ama eminim, altını doldurabileceğim.

Bu yazımızda sizinle ruhumun önemli doktorlarından birinin zıp zıp zıplamak dediği şekilde hareket edeceğiz konular arasında. Uzun sürmeyecek ama Ankara var, çatışma var, teknoloji var, yerli üretim var, hatta belki foto bile var, buyrun.

Geçen hafta Silahlı Kuvvetlerimiz bir tatbikat yapmış, gazetelerde haberleri var. Gece yapılan manevralar manşet oldu. Ama orada bir yerlerde insansız hava aracı da kullanıldığını yazmışlar. Baktım, kurcaladım Baykar Makina diye bir firmanın ürünüymüş kullanılan sistem. Tıklayıp göreceğiniz gibi olan, aşırı sade görünen sitelere dikkat edin, altında çok sağlam bir temel çıkıverir, şaşırırsınız. Bu örnekte de tam anlamıyla yerli yazılımlar var, inanç var (sanırım) . Sanırım dedim çünkü bilmiyorum, sadece hissettim. Elle tutulan bir başarı var tam anlamıyla. Adamlar elden uçuşa başlatılan insansız hava aracı yapmışlar, uçuyor, boş değil. O yaptıkları cihazlar uçabildikleri için insanlar daha az ölüyor, bu kadar da basit. Neyse, uzatmak istemiyorum burasını, hassas konu. Dileyen okuyabilir farklı kaynaklardan. Ama bu yukarıda tıklanabilir halde verdiğim sitede, ana sayfada en altta bir alıntı var, buraya da almak lazım ki oradan devam edeceğiz:

"Avrupa'dan, Amerika'dan lisanslar alip tayyare yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük bir kıskançlıkla saklanmaktadır.Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse, demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa ve Amerika'nın son sistem teyyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda getirilmelidir." Nuri Demirağ


Yanlışsa yanlış diyebilirsiniz yorumlarda. Ben doğru olduğuna inanarak, bu ismi biraz kurcalayın derim. Yaptığı iş ile ismi bina edilen ilklerimizden. Ama ülkede sadece tren yolu yapmakla kalmamış. Şimdi okuduğumuzda bana şaka gibi gelen bir hayatı var. İlk özel sektör seri üretim uçağını yapmış ülkenin. Yolcu uçağı. Nerede yapmış derseniz şimdi İstanbul'da Deniz müzesi olan yerde, o bölgede. bildiğiniz Beşiktaş iskelesinin oralar işte. E yaptı da nerede uçurdu sanıyorsunuz. İhtiyaç olduğu için, kendi parası ile bir çiftlik satın almış. Çiftlik dediğim 1500 dönüm arazi. Uçaklar için pist falan yapılmış, orada uçulmuş. Sonra seri üretim ürünlerin ihracına izin verilmeyince Gök Okulu diye bir okul kurmuş. Uçuş okulu işte. Yine aynı yerde kurmuş. Orası sonra ne mi olmuş, Atatürk Havaalanı diye gidiyoruz, Yeşilköy. Orası da devletleştirilmiş. Anlatılacak gibi değil yapılan işler, sadece uçuş değil. Her türlü üretim var, sigara kağıdından paraşüte. Politika var. Çok partili hayattaki ilk muhalefet partisi falan. İlk Boğaz köprüsü planı. Tabii Da Vinci birader aklımızda. Neyse anlatılır da, buraya sığacak gibi değil. Lütfen -mesela- şuradan ve kolayca bulacağınız başka kaynaklardan okuyunuz. Neyzen Tevfik ve Nazım Hikmet ile olan ilişkisi de oha dedirtecek hayat çeşitliliğinin uç noktaları. Film gibi adamlardan.

Görüyorsunuz, vizyonerlik ortada ve fakat yukarıdan da destek var, soyismini veren Atatürk'ten. Yerli sanayinin göklere odaklanması, hepimizin bildiği "İstikbal göklerdedir" cümlesini gerçek yapmaları için Nuri Demirağ, Vecihi Hürkuş gibi isimlere ilham veren adam, doğrudan kendisi, bu konudaki bir sonraki zıplamamızın inşa edilmesi için emir vermiş. Anlatayım.

Ankara zor memlekettir, ağırlığını hissedersiniz. Tarihtir ve eski olmayan, yaşayan, içinde yaşadığımız, "işe bak, hala olmakta, hala devam ediyor, olacak şey değil" dediğimiz, standartlara göre genç olan bir tarihin bayrağı bir kenttir.

Ankara'yı bilenler için; bizim Konya yolu ya da Samsun yolu dediğimiz, şehrin -artık- ortasından geçen bir yol vardır. Otobüs garajı, üniversiteleri, hastaneleri, alışveriş merkezleri, il emniyet müdürlüğü, kültür merkezi, oto sanayi sitesi, falanı filanı bu yolun üzerindedir. Konya yönü arkanızda, Samsun yönü önünüzde Gazi Hastanesini, Ankara Diş'i sağınızda bırakıverirsiniz, Solunuzda Sabancı kız yurdu erir, Gazi kız yurdunın tam karşısında iken sağınızda ne vardır, bilmezsiniz. Yıllarca geçersiniz önünden, anca belki bilenler için Ankara Üniversitesi Tandoğan Kampüs girişine ulaşmak için, ya da Ankara Diş'in arkasına arabayı parkedebilmek için kullanılan o sote sokağa ulaşmak için kullanılan bir cep vardır. Konya Yolundan o cebe girersiniz, yüksek bir duvarın yanından ilerler ve sağa içeri dönersiniz, yol döndürür sizi. Aslında etrafını dolaştığınız, Konya yoluna cepheli, yüksek duvarlı bina kompleksi neresidir, hiç bilmezsiniz. Yani belki bazılarınız biliyordur da, ben hiç mi hiç bilmiyordum. Milli Eğitim Bakanlığının olmuş, Askeriyenin olmuş, kümes olmuş, depo olmuş, herşey olmuş. Şimdi de Tübitak'ın olmuş. Adı basit: Ankara Rüzgar Tüneli. Ya yazıyorum ama, hala inanamıyorum, bu da şaka gibi. Rüzgar Tüneli. Niye bu paragrafı yazdım, çünkü yapılma emrini Atatürk vermiş de ondan. Kırklı yıllarda yapımına başlanmış. O tarihlerde lütfen kimlerin(hangi ülkelerin) elinde rüzgar tüneli vardı, araştırınız. Dünyanın tümünden bahsediyorum. Nuri Demirağ Nud38'i üretip dışarıya satacakken kimlerin uçağı yok idiyse onların rüzgar tüneli de yokmuş. Yeşilköy'deki ilk pist yapıldığında öyle bir pistin dünyada sadece bir de Hollanda'da var olması, başka yerlerde olmaması gibi birşey.






Neden olasılık tanrıları var bu yazıda, bir sebebimiz daha var. Geçen hafta olmayacak iş; bir arkadaş "şuraya şuraya giderken bir tabela gördüm, Tandoğan'da da bizim kurumun yeri varmış" demişti. Sanırım onun dediği yer de burası, Rüzgar Tüneli.

Olasılık tanrıları yaz dedi, yazdım.

14 Mayıs 2010 Cuma

Uçmayan Güvercinler

Sürekli karşıma çıkmaktalar çeşitli vesilelerle ama anca bu güne yazı konusu olabildiler.

Aslında kuşlarla ve hatta güvercinlerle münasebetim eskiye dayanıyor. Bir ara buralardan da ulaşılabilen(belki hala link vardır) bir fotoğraf albümünde kuşlar teması vardı. O konuda özellikle güvercinler konu mankenim idiler. Yazı konusu da oldular aslında. Hayatımda ilk ve tek kez babası olduğum aile bir güvercin ailesi idi. İşte neyse, bugün farklı bir algı boyutunda karşıma çıktılar.

Uçmuyor bunlar. Böyle tavuk gibi, yeri didikliyorlar. Hepsi ama. Özellikle yağmur sonrası, yağmur tohumları, polenleri vb. yere indirdiğinde oluyor bu. Bi seviniyorlar ki sormayın. Hepsi kafa sallamakta, zevkten dört köşe ortalıkta o köşe senin bu köşe benim dolaşmaktalar. Ama nasıl sevinçliler, etraflarının farkında değiller. Biliyorum, diyorlar ki "aa ne kadar harika, benim için yağmur yağmış, işte bak tohumlar var burada, sırf ben yiyeyim diye, bu bir işaret olmalı. Amaan asfaltta olsalar da önemi yok ki. Ben asfalta çıkayım, yiyeyim onları. Çünkü o tohumların oraya inmiş olmalarının bir manası olmalı. Asfalt da olsa, arabalar da geçse, tohum işte, ben bundan bir anlam çıkarmalıyım."

Yanlış şekerim. Tamam, sen tohumları, otları yemekten keyif alıyor olabilirsin, doğan gereği o yerdeki şeylere istek duyuyor olabilirsin, senin ihtiyacın da olabilir onlar. Ama işte yağmurun senin için yağdığını, o yağmurun o şeyleri yere -sırf- senin için indirdiğini düşünmen yanlış. Öyle olduğu için oluyor sadece. Yağmur yağarken seni düşünmüyor. Tohumlar ağaçlardan kopup yere inerken seni gözetmiyorlar. Sen etrafında olup bitenlerden anlamsızca, safça, hatta salakça gereksiz manalar çıkarıyor, kendine yontuyorsun. Yapma böyle. Yiyeceksen ye, ne yapacaksan yap ama öyle havalara girme. Kimse senin için, sen istiyorsun diye, sen iyi ol diye birşey yapmıyor. Sadece, öyle olduğu, doğanın kuralları o şekilde işlediği için oluyor. Sen öyle aklı bir karış havada(ki o havadaki akla da kuş beyinli diyerek boyut bilgisi eklenmişliği çoktur) hem de uçma yetin varken uçmadan gezinirsen ezilirsin. Herkes rolünü oynar, yolda da araç olur, ezer. İşi bu. Sen aklı bir karış havada, mutlu mutlu kendin için yere indirildiğini sandığın tohumları yerken ezilen güvercin olursun. Uç arkadaşım, o kabiliyetin var senin.
Uç.
Yoksa ezilirsin.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Taze Acı Biber

Çok incelemedim netten. Kendi kayıtlarımda olduğu kadar anlatıyorum, yanlış ve eksik de olabilir.

Kolay erişebileceğimiz market, manav, pazar gibi ortamlarda bunların temel iki çeşidi var. Ben bunların birincisine çarliston, ikincisine sivri diyorum. Ha bu isimlerle çağırınca gelmiyor ikisi de, belki yanlıştır, bilemem.

Bana hep çarliston biraz kişiliksiz gibi gelmiştir, affetsin. Daha büyükçe, şişmanca ve daha açık renkte olandır. Acısına da rastlamadım. Hani yasak savar gibi, var da bir işe yaradığı yok havasında biberdir. Gıcır gucur, katır kutur sesler çıkarır. Rengi açık yeşildir, sarıya bile çalar desem, yine de kadınların o sınırsız renk skalasının yanından bile geçemem. Diğerine göre daha kolay, çabuk çürür gibime gelmekte. (Ne kadar çok aşağıladım yahu meredi) İçinde olması beklenen bazı bölgeler yoktur, ya da olmayabilir diyelim. Çekirdekleri bariz bir şekilde eksiktir. (Üf ağır konuştum, kısır diyorum bibere direk) Varolan çekirdekler de sap kısmına yakındır. Not düşeyim, hiç çekirdeği olmayanına da rastladım. Dikkat ettiniz mi tadı ile ilgili ne olmadığını söyledim sadece, acı değil diye. Peki sorarım size, acı değilse nedir, ben bilmiyorum. Kişiksizlik tadında da var. Sulu diyebilirim, anca o kadar. Bunca yerden yere vurduğuma bakmayın, severim kendisini. Sonuçta ağzı var dili yok, etliye sütlüye karışmaz bir varlık.

Gelelim başlıkta da adı anılan, ayın karanlık yüzü, terazinin her anlamda ağır basan tarafındaki kardeşi, sivri bibere. Serttir kişilik olarak, sağlamı sağlamdır. Eğilip bükülmez. Fittir, incedir ve koyu renk bir tene sahiptir. Koyu yeşil tabii ki. Çarlistona nazire yaparcasına, bunun da acı olmayanı az ve zor bulunur. Ya da beni sürekli, bu yaşıma kadar yemiş olabilir pazarcılar "abi tek tük çıkar acı" diyerek, bilemiyorum. Bunun yaşlılığı çekilmez, pörsür. Atılmaz, satılmaz, kesilmez. Bıçağa gelmez, ısırmaya gelmez. Kayış gibi birşey olur. O vakte bırakmamak, diriliğinden faydalanmak lazım. Sivri biberi yemeye ucundan başlarım, sapından değil. Boyut olarak ilk yarısında çekirdek olmayacağının garantisini veririm size. O noktadan sonra da giderek artan bir konsantrasyon ile çekirdekler ve çekirdekleri tutan o odunsu, lifsi doku başlar içinde, ortada. Bilmemiz ve en çok dikkat etmemiz gereken özelliği de sapına yaklaştıkça acısının artmasıdır. Yo dostum yoo, bazen karşına öyle sivriler çıkar ki, son üçte birlik kısmı yememelisin. Herkesin bir özeli vardır, kol mesafesi, girmemek lazım. Şimdi dikkat, sapa en yakın yerdeki eti 5 acı ise, o çekirdeklerin tutunduğu lifli doku en az 20 acıdır, uyarayım. Hiçbiriniz orayı yemeyi denememişti değil mi. Kesersiniz dikine bıçakla, sonra da gereksiz diye söküp atarsınız çekirdeklerle birlikte orayı. İşte hayatta ne kadar çok şeyi değersiz görüp fırlatıp atıyorsunuz bir kenara. Acı ama gururlu biber içleri hep arkanızdan ağlıyorlar.

Şaka bir yana, bu sabah saat 06 civarı yeni bir bilgiye ulaştım bu mevsimsel alerjim ile ilgili. Taze biberin acısı iyi geliyor. Dandik bir yerde okudum, kaydetmeden de kapattım ama işte yine olasılık tanrıları, dolapta çarliston bile değil, bildiğin taze acı biber vardı. Denedim ve belki bana zihnimin bir oyunudur, bilemem ama faydasını görmüş bir durumdayım. Astım belirtilerine, gözdeki ve burundaki tüm belirtilere iyi geldi. Yaklaşık iki saattir bir doz taze acı biberi(sivri) ucundan sapına doğru (ama lütfen özen gösterelim; oral yolla) düşük konsantrasyonda tüketmekteyim. Umarım uzun salınımlıdır, etkisi kalıcı olur. Ne kadar acı, o kadar faydalı. Bir yerinin acısını unutmak için başka yerini acıtmak gibi.

Not: Şimdi aklınıza hemen süs biberi, cimbiber, jalapeno, habanero ne bileyim dolmalık falan gelecek. Lütfen gelsin. Getirin gelenleri, yorum yazın, birşeyler söyleyin. Kafayı yiyeceğim bu alerji yüzünden.

4 Mayıs 2010 Salı

Dönemsel Alerji Yazısı

Efendim, Ocak 2007'de konuyu ilk kez gündeme getirmiş ve bilgileri toparlayan bir giriş yazısı yazmışım Alerjik Ben isminde. Sonra da Mayıs 2009'da Su filtreli elektrikli süpürge ve gramineae isminde başka bir yazı ile konuyu açmış, durum güncellemesi yapmışım. Şimdi de gelişmeler ile karşınızdayız.

Aslında gelişmelerden önce birşeye dikkat çekmek lazım, geçen sene de benzer zamanlarda yazmışım çıldırma yazısını. Bu sene iki hafta erken, zira artık bir beklenti oluşturdum ve boşa çıkmakta olduğunu gördüğüm için geri tepmekte. (Rebound effect?)

Şimdi baktım, rebound eff. değilmiş. O tedaviyi bırakınca olan birşeymiş. Burnunuza sıktığınız fısfısı bırakınca daha fazla tıkanması gibi.

Bakalım konu ile ilgili son yazı sonrasında neler olmuş. Kışın -aslında biraz da bir arkadaşı yüreklendirmek için yanında gittiğim- bir hastanede ben de muayene oldum alerji bölümünde, daha önce konuşmuş olduğum bir profun hocası olan başka bir profa. O vakit durumum iyice idi. Tahmin edilen ve bilinenlerin dışında pek birşey söylemedi. O zaman aklımda kalan yeni birşey dönem başlamadan önce bir deniz tatili yapmanın bünyeye iyi geleceği idi. Yaptık, bi b.k olmadı afedersin. Neyse, konu tam olarak bu değil. O görüşmede bana Atalet'in de daha önce söylemiş olduğu dönemsel ? dönem öncesi ? aşı tedavisinden bahsetti (preseason immunotherapy)

2007 yılında yazmış olduğun ilk yazıda bahsi geçmeyen bir yöntem bu. O zaman bilmiyordum. O yazıdaki aşı tedavisi çok uzun süren, 3 sene boyunca periyodik olarak gidip aşı olduğunuz, bu periyotların haftalık, aylık olabildiği birşey idi. Yanlışsa da kusuruma bakmayın, hatırımda o kadar kalmış. Bu yeni dalga ise başka. Her sene yenilenmesi öngörülen, bir yıllık uygulamasının dönem başlamadan önce(baharda yoğunlaşan alerji için şubat ayında mesela) 7 hafta boyunca haftada bir yapılan aşı uygulaması şeklinde olduğu yine bir tür duyarsızlaştırma tedavisi.

Uzatmayayım, bu dönem başında ben bu uygulamaya başladım battı balık yan gider hesabı. Önce uzun uzun konuştuk doktor ile. Kaygıları belirttim, sorguladım ciddi bir süre. Yapacağınız duyarlılık testi ile duyarlı olduğum alerjenlerin yüzde kaçını tespit edeceksiniz, önereceğiniz aşı tipi ile bu bulduklarınızın yüzde kaçını kapsayacaksınız, kapsayabileceğiniz alerjenlere karşı yapacağınız aşıdan yüzde kaç başarı elde etmeyi bekliyorsunuz, dönemi ilaç kullanmadan geçirme ihtimalim yüzde kaçtır, burada aşı uygulanırken aşırı tepki verirse bünyem(anaflaktik şok) yani geberip gidersem, geri getirebilecek donanımınız var mı gibi basit sorular sordum. Kibar adam, sadece gülümsedi ve hepsine cevap verdi. Zaten doktorun(genişletir isek iletişimcinin) iyisi bu soruların iknaya hazır, cesaretlendirici birşeyler duymak isteyen insan soruları olduğunu biliyor. Ha benim durumumda kafama yatmayan bir cevap olsa idi iptal ederdim işi, etmedim çünkü artık bir de bunu deneyelim, bundan sonra bi tek kulağımızın arkası kaldı havasında olduğum için bu psikolojiden cayacak kadar ciddi bir sıkıntı duymadım.

Önceden de bahsettiğim şu deri testinden yaptılar. Büyükten küçüğe doğru birkaç tanesini sıralamak gerekirse;
Polen Karışım III : 9 x 7 mm.
Secale(Tahıl-Arpa) : 7 x 8 mm.
AkarI Mix : 6 x 6 mm.
Polen Karışım IV : 5 x 5 mm.
Cat Hair : 5 x 5 mm.
Dog Hair : 5 x 4 mm.
Ağaç Poleni Karışımı : 3 x 3 mm.
Polen Karışım V : 3 x 3 mm.

Bunların dışında Hamam böceği de var, 3 x 3 mm. Lateks(biliyorduk da, yine de şükür), mantarlar, kümes hayvanları, fındık vb. şeylere de alerjimin olmadığını öğrendik.

Bu tabloya göre doktor Allergovit isminde standart bir aşı uygulamaya karar verdi. Dönemsel olmayan akar, kedi, köpek ve tahıl'ı listeden çıkarınca fotoğraf netleşiyor zaten. Ha o ilaç bunların ne kadarını kapsıyor derseniz, bilemem. Şubat ayının ortasından itibaren, dönem başlamadan tamamlanmak üzere 7 haftalık uygulama dönemine girdik. Her hafta iki katına çıkarılan dozlar halinde koldan verdiler küsküyü.

Şu vakte kadar hiç ilaç kullanmadım daha. Bu iyi birşey. Ama geçmiş senelere dair hatırladıklarıma ve bulduğum Ankara polen yoğunluk haritalarına göre "Daha herşey yeni başlıyor dostum"

Bunu niye şimdi yazdın derseniz de, bu sabah ilk kez göğsümde hırıltı ile normalinden erken uyandım. Bu iyiye işaret değil. Kesinlikle beklemiyordum. Şimdilik köprü ve bağlantı yolları açık, gelişmelerle karşınızda olacağız.