15 Mart 2008 Cumartesi

Altın, Yakıt ve Yonga


Ya da kan, ter ve gözyaşı
Ya da belki sürdürülemezlik, tükenme ve yokoluş

Evim ile işyerim arası kuş uçuşu iki, araç yolundan da üç nokta iki kilometre kadar. Işıklar olmazsa en fazla altı ya da yedi dakika sürdüğünü konuşmuştuk daha önce. Dünyanın en derin altın madenlerinden biri olan Tautona ise, yeryüzünden aşağı doğru üç nokta altı kilometre derinliğinde. Bunu sayı olarak da yazayım isterseniz. 3600 metre. Asansörle dibe bir saatte iniliyor. Bu asansörün hızı, eğer yanlış hesaplamadı isem yaklaşık ellisekiz kilometre bölü saat. Yani benim işe araba ile giderken ulaştığım hızlara yakın. Sıfırdan eksi üçbinaltyüze inilip orada çalışılmıyor. Madenin yaşamı boyunca dele dele, yeraltında bulunan damarlar takip edile edile ilerlenmiş. Yeraltında sekizyüz kilometre tünel ve benzeri yol var. Plan ve çalışma, madeni üç nokta dokuz kilometre derinliğe ulaştırmak için sürmekte. Binlerce işçi çalışıyor ve yılda beş işçi ölüm oranı var. Altın damarı televizyonda gördüğüm kadarı ile en fazla yirmi santım kalınlığında ve etrafından biraz farklı renke olan bir taş silsilesi. Yirmi santim kalınlığında saf altından bahsetmiyorum. Elinize alsanız bildiğiniz taş. O taş yukarı çıkarılıyor, uzun bir ayrıştırma ve saflaştırma sürecinden geçiyor. Çıkarılan taş, elde edilen altın oranını meraklı okuyucuya ödev olarak veriyorum. O girdiyi elde edebilirsek eğer yılda elde edilen altın ağırlığını bulup 300 kilo insan eti ile oranlayıp güzel bir değerlendirme yapabiliriz topluca. Üçyüz kilo, zira o madende çalışan işçiler güney afrikalı zenciler çoğunlukla, ve gördüğüm kadarı ile çoğu zayıftı. Herhalde madende çalışacak işçiler tıknazlardan seçiliyor.

Ben işe araba ile giderken yolda araç mazot yakıyor. Yani fosil yakıt. Fosil yakıtlar şu anda biliyorsunuz, insanların birbirlerini öldürmelerinin, ülkeler istila etmelerinin, ülkelerin kargaşaya sürüklenmelerinin, ya da ülkelerin diğerlerini bilinçli olarak kalkındırmamalarının sebebi. Birçok başka yan etkileri de var ama benim canım şimdi ozon tabakası delindi, küremiz ısındı diye mızırdanmak istemiyor(yanlış anlaşılmasın, o da gerçek). Ortaya çıkınca bokunda boncuk bulmuş gibi sevinen insanoğlu şu anda çözüm yöntemlerinden biri olarak biyoyakıtları koymuş durumda. Biyoyakıt dediğimiz şey fosillerden değil, biyolojik malzemeden(bitki) üretiliyor. En çok mısır, soya, şekerpancarı, palmiye gibi bitkilerden elde ediliyor. Komik ama bu tür yakıtı elde etmek için gereken girdiyi üretirken, yani bitki yetiştirirken insan, kendi yiyeceği bitkileri yetiştireceği kaynakları harcıyor. Suyu, toprağı harcıyor. Sonuç olarak yiyecek fiyatları artıyor. Küresel olarak artıyor. (Bi balonu şişirdiğinde heryeri şişer ey küreselleştirmeci, heryeri incelir) Daha da komiği, bu yakıtlar kullanıldığında ortaya çıkan karbon emisyonu ve diğer zararlı atıkların fosil yakıtlara göre o kadar da anlamlı faydayı sağlamadığı yönünde incelemeler var. (Bu cümleyi güzel kuramamış olabilirim, ama siz anladınız)

İşe vardığımda bilgisayar kullanıyorum, yapıp sattığım ürün yüksek teknoloji elektronik malzemeler içeren bir ürün, içinde yongalar var bolca. Yonga gündelik hayatta bizim çip(chip) diye bildiğimiz şey. İşte, bilgisayarlarınızın işlemcileri, bellekleri vb. şeylerin ana malzemesi. Silikondan yapılıyor. Ama hiç seksi değil. Yaklaşık iki gram ağırlığında bir silikon yonganın üretilmesi esnasında kabaca bu ağırlığın kırk katı(seksen gram) kadar kimyasal aşındırıcı malzeme kullanılıyor. Aynı zamanda yine iki gram yonga için yaklaşık otuz iki kilo kadar saflaştırılmış su kullanılıyor. Bunu da sayı ile yazmakta fayda var, 2 gram yonga için 32000 gram su, safından.

Başta uyarmalı idim, bu yazı bir yere bağlanmayacak, ama belki sansasyonel olsun ve sıkılmış okuyucuyu eğlendirsin ve aynı zamanda da bunaltan gündeme dokundurma içersin diye şöyle bağlayabiliriz:

Hani bi çene altı vardı,
sevgili çanaktutucugeçicimuhalefetpartimizinbukonudaşuandakisessizliği
göt üstü olarak yorumlanabilir mi, oturulanından.
Memleketimde ağlamayana meme vermezler evet, ama ey canına yandığım memleketim, ağlayıp duran bebe sandığın, kazık kadar olmuş partiye de, bu verdiğin memenin bir sınırı yok mu.

Ya da bana ne, biri altın didiklerken, biri yiyemediği mısırı hasat ederken, biri içemediği su ile silikon yonga yaparken ölür, biz de birbirimizi yerken ölelim. Yakışır bize.

  • http://en.wikipedia.org/wiki/TauTona
  • http://en.wikipedia.org/wiki/Biofuel
  • http://en.wikipedia.org/wiki/Food_vs_fuel
  • http://www.guardian.co.uk/environment/2008/feb/11/biofuels.energy
  • http://www.enviroliteracy.org/article.php/1275.html


6 yorum:

Çağlar dedi ki...

atalet 15/3/2008
.................

yazı bittiğinde..
tek dileğim vardı.
lütfen lütfen mağaramıza dönebilir miyiz..

ateşi bile bulmamış olabilir miyiz..
hatta tekerlek bile olmasın..
lütfen ..........

Çağlar dedi ki...

sarkuteri 16/3/2008
Sadeleştirme

Hayatımız kısa vadeli çıkar üzerine kurulu, ben bu sonuca varıyorum. İnsan dediğimiz kitleyi toplayıp ortalamasını alırsak türdeşlerimizi, kısa vadeli çıkarları için yaşayan bencil yaratıklar olarak tanımlayabiliriz bence...

Felsefe, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi bilimlerin insan tanımlarını yazıp eşitliğin iki yanına sadeleştirme uygularsak yukarıdaki tanıma kesin ulaşırız kanaatindeyim...

Çağlar dedi ki...

veroçka 17/3/2008
...

yeni yorum yazma yöntemi geliştiriyorum

hoş oluyor aslında bu yöntem

detayları bende gizli diyip geçmeliyim.


benim şu fikirlerini benimsediğim sakallı dedenin "kapitalinde" altın ile özel bir bölüm vardır

belkide kitabın en güzel bölümlerinden biri odur.

madenin ( altın madenin) oro..... dan bahsedilir

kullanım değeri ve değişim değerleri ilişkisi ile açıklanmanın dışında edebi bir değeri de var bu bölümün.

gerci kadınlarımızın kullarına gelene kadar kimlerin ömrü tükenip gidiyor

diye düşünmek taanlar üzerinde ne kadar etki eder bilmiyorum ama.

bi vakaa.

ee her süsün bir bedeli var.

şu araştırma ödevini sonra yapsam.

kaç tondan kaç ton altın elde ediliyor

aslında olaya hiç şöyle bakmamıştım

o delhizler ve oluşturulmuş mağralar nasıl diye

yazının ikinci bölümünü tekrar okuyup dönecem

Çağlar dedi ki...

bagimsizdenklem.com 17/3/2008
altınlı başlangıcını yorumlayayım

Darwin's Nightware (Yön:Hubert Sauper)'i hatırlattı.

Fildişi Cumhuriyeti'nden Liberya'ya elmas kaçırılırken insanların kolları bacakları da kopacaktı, DeBeers bunlarla kuzeylileri süsleyecekti, Ghana'nın altınları uğruna ingilizler gerçekleşemeyecek vaadler sunacaklardı,Victoria gölünün balıkları uçaklarla taşınacaktı, Angola'nın petrolleri vakumlanacaktı...

Dönüşüm...

Sahip olunanların hiçe dönüşmesi.. Ya da insanın bir çeşit şeytana metamorfozu...

Çağlar dedi ki...

imbirgaripsinbirgaripler 18/3/2008
*

evet yec'e katılıyorum bencillik konusunda. insanlar bu kadar bencil olmasaydı teknoloji bu kadar gelişmezdi bence. öyle bi zaman gelecek ki insanlar su bulma ümidiyle gittikleri yerlerde altın bulduğunda tüh altınmış deyüü üzülecek. böyle bi alamet var sanırım. böyle bi şi duymuştum. kaba etlerinden çıktıysa bile benimkilerden değil :p

Çağlar dedi ki...

caglarbilir 20/3/2008
beş gün olmuş, yeni yazacağım, toparlayayım

* Atalet:
Açıkçası dönülmez yoldayız. En azından geri viteste giderek kilometre sayacını düşüremeyiz. Akıl yoluyla ilerlemek yine tek çare.

* Yec:
Evet, katılıyorum. Kısa vadeli çıkarlar için yaşayan, bunu gördüğü halde aksine ilerlemeyenleriz.

* Veroçka:
Orospuluk bir meslektir. Arzdır. Talep edene tabidir. Midesiz olan talepkardır.
Ayrıca okuyum dönecem demişsin, gelmemişsin.

* Banu:
Hep oldu. Metamorfoz değil, döngü.
Post kolonyal dönem diye süslü isim vermişler. Götoşlar.

* İmbir:
Altın-su değilse de şu anda petrol-su hesapları birçok yerde yapılmakta.