24 Eylül 2009 Perşembe

Vay anam vay, Neler olmuş: Antalya Yine

Efendim başlıkta Antalya yazdık ama birazdan anlatacağız, buna Çolaklı, Side, Kemer, Köprüçay, Manavgat, Antalya falan da denilebilir. Geçirdiğimiz bayram vesilesiyle hızlıca alınmış bir kararla, daha önceden yapılmış bir plana iştirak ettim. Onu anlatacağım. En son ve büyük Mavi Yolculuk hadisesini anlatırken aldığımız eleştirileri de gözönünde tutarak biraz daha farklı bir anlatım olacak bu, önceden de belirteyim. Özel olacak birazcık, benle ilgili olacak. Buyrun:

Bayramda evde, Ankara'da kalmaya karar vermiştim. Aslında başka hiçbir şeye karar vermemiştim de; sonuç, bulunduğum durumu korumak şeklinde ortaya çıkmıştı(1). Entropi-entalpi meselesi hani, bilirsiniz. Bilmeyen gugıla sorsun. Ve fakat olasılık tanrılarına verilmiş bir izinle atılmış bir bakış ve sonucunda ufak bir kahvaltı karşılaşması ile zaten planlarını yapmış ve tatilde Çolaklı'ya kendi yazlıklarına gidecek olan Oya-Emre ailesinin planına dahil oldum. Planda bir de Günce-Ahmet çifti vardı. Yani ben yine tekleştiren yancı oldum(2). Şans şu ki, ulaşım aracımız kocaman bir araba olduğu için götüm çok da tepki çekmedi. Cumartesi sabah çok erken vakitte Ankara'dan yola çıktık ve araba içinde ev yapımı kurabiye-börek ve termostan çay kombinasyonu ile ilerledik. İlerlememiz Akseki Ömer Duruk tesislerinde yediğimiz güzelce bir yol yemeği ile taçlandı. Akşamüzeri saat üç gibi hedefe varmış idik. Arkadaşların yazlığına yerleştikten sonra hemen sahile indik ve bünyeleri tuzlu suya bandırdık. Pek iyi geldi. Yolun yorgunluğunu bile aldı, diyecektim. İnanmayın. Sahilde biraz da şezlong keyfi yaptıktan sonra yazlığa döndük ve başlayan yağmurun, şimşeklerin ve izleyen gökgürültüsünün keyfini çayla birlikte saçak altında sürdük. Sanırım ilk kez şort ve tişört ile yağmurlu havada oturuyordum, o an öyle düşündüm(3). Ama o çıkmayan yorgunluk bastırdı ve akşamüzeri uykusunun tadına vardık yarım saat yağan ve sonra duran yağmurdan sonra. Hem yağmurun ne kadar süreceğini, ne zaman duracağını bildim, biliyor musunuz. Yağan, benimdi çünkü.

Akşam olunca uyandım ben. Zaten son uyanan da benmişim ve hepimiz acıkmışız. Kalktık bi balık restoranına gittik. Balık çorbası istedik, yokmuş. Durmadık ayrıldık oradan, ama kalplerini kırmadık. Zaten iki gece sonra da orada yiyecektik tekrar. Yan dükkana geçtik istediklerimizi bulduk. Orada şu dumansız hava sahası konusunda tartışma yaşayacaktık ki tam, bırakalım dedik, açız. Yenen içilenleri çok da sündürmeyelim, konu o değil, cumartesiyi uyutabildik nihayetinde.

Pazar sabahı bayram günü idi. Mis gibi bir kahvaltı ettikten sonra bindik arabaya, doğruca Antalya şehir merkezine. 78 doğumluyum ve hayatımda ilk kez haber vermeden, sürpriz yaparak eve gittim(4). Bunu anlatamam size. Sadece numara verebilirim işte. Bayramlaştık, vaktimiz kıt, planımız da çok olduğu için izin alıp kalktık. Böylelikle "Bayram ziyaretinin kısası makbüldür"ü ilk kez kendi evime yaptım(5).

Sonraki hedefimiz biraz yüksekti. Kemer'i bulduk ve geçtik. Çamyuva'yı da bitirdikten sonra sağa, "Tahtalı" tabelasına döndük. Yoldan araba ile 700 metreye tırmandık. Sonra yola katırlarla devam ettik diyeceğimiz sanıyorsanız yanılıyorsunuz, teknoloji ilerlemiş, yola tel üzerinde teleferik ile devam ettik. 15 dakika bile sürmeyen bir zamanda 2365 metreye tırmandık. Benim diyen katır bunu size sağlayamaz arkadaşlar. Ha nedir, katır arpa, yulafa tav iken bu teknolojik eşşek bir çıkışta 200 milyonluk mazot yakıyormuş. O da artık eyvallah diyeceğimiz bir boyutu işin. Yukarısı çok acayipti. Manzara yani. Hava eğer açıksa tüm Antalya körfezi şöyle önünüzde dönüveriyor. Bakın Antalya şehir merkezinden bahsetmiyorum, bütün Antalya körfezi. Hani bilmeyenlere anlatırken elinizi yumruk yapar ama başparmağınızı ve işaret parmağınızı açarsınız ya C harfi yapar gibi, ya da sıraya kale kurar gibi. Sonra şurası Kemer, burası Antalya, burası da Alanya diye anlatmak için. Kim doğuda, kim batıda göstermek için. O bütün körfez aşağıda. Ayrıca aşağı akıtıverince görüntüyü Fasilis'i, Çıralı'sı, Adrasan'ı... Ne bileyim Gelidonya fenerinin olduğu burun. Az daha dönünce Kumluca ve Finike, seralar. Öyle bir panorama işte. Tepeden, en tepeden bakıyorsunuz işte. Gugıl ört'den biraz daha net diyebilirim. Soğuk ama ha, rüzgarlı, elektrikli falan.

İndik aynı şekilde aşağıya ve acıktığımızı farkettiğimiz için Kemer'e döndük. Ayışığı koyu. Koyun göbeğindeki bir işletmeye oturduk ama benim içimde bir karışıklık. Manzaraya bakıp bakıp duruyorum. Hani manzara çok güzel, ona diyecek birşey yok. İnce kum plaj, tam bir yuvarlak koy. Sadece dörtte biri açık denize açılmış bir ağız, iki yanda iki burun, çam ağaçları, mis gibi ahşap tekneler, çarşaf gibi bir deniz. Koy kendisi zaten bir alem ve eşi benzeri yok diye anlatılabilecek bir güzellikte. Ama işte benim karışıklığım bu koya hayranlıktan, güzelliğine ve sakinliğine vurulmuşluktan değil. Başka birşey var, ama çıkaramıyorum. Sokakta karşıdan gelen adamın suratına kilitlenir kalırsın, ben bu adamı nereden biliyorum diye bakar durursun. Adam sinirli biri değilse, kafayı gömmez de basıp geçer, sen iki kere daha dönersin arkana kimdi bu diye. Öyle kaldım koyu tam karşısına alan mekanda otururken. Niyeyse sonradan koyu sağdan kapatan burna dikkat edince, doğal yer şekline bakınca, böyle iki kat denize varışını görünce ışıklar yanmaya başladı. Garsona "Buralarda bir Fransız tatil köyü olmalı, nerede" diye sorduğumda aldığım yanıt beni uyandırdı. "İşte burası, sağdaki beyaz binaların olduğu yer" Evet, burası "Ben Bir Türk Zabitiyim" diye kendi hikayesini yazan, çizen, haritalayan Yüzbaşı Mustafa Ertuğrul'un anlattığı yerlerden biriydi. Burada batırılmıştı bir düşman savaş gemisi binbir zorlukla ve inanılmaz bir keskin zeka ile. Diğer inanılmaz gerçek hikayeler gibi ağzım açık okumuştum ve yine o kitaptaki, haritaları cebinden çıkaracak çizimlerden tanımıştım bu koyu. O hikayeleri anlatmaya gücüm yetmez burada, ama o an ne hissettiğimi anlatmayı deneyebilirim. Seni hiç senin istediğin gibi sevmeyecek birinin başkasına olan hislerine sırdaş olursun ya, yuta yuta dinler ve yorum yapmaya, yardım etmeye çalışırsın ya. Sanki elindeki tek yara bandını, yarasına kapatmaya çalışırken, daha paketini açmadan kendi kanınla kirletirsin... Sonra bunları düşününce ağlayamazsın bile, burnunun ucunun içi acır, diyaframından bir tel daha kopar. Zaten şaşarsın da kaç telle gerili bu tef diye düşünürsün. Ağlayamadığına şaşar ve gülümsemeye çalışırsın sonra düşününce, kasılı çenen izin vermez tabii gülmene. Sonra gider alakasız bir zamanda Ece Ayhan'ın Beyoğlu'nda kör bir adamla yaptığı sinema muhabbetinde körün dediğine koparsın; "Ben içimden seyrediyorum". İşte Ayışığı koyunda, plajda bir o yana, bir bu yana bakarken, adamın o zamanlarda o yokluklarla nelerden neler yaptığını, onu anlatırkenki naifliğini, o kadar yazmasına ve kitabı hazırlamasına rağmen ölene kadar sakladığını hatırlarken, alakasız bir şekilde Paris II batığına dalmak isteyen bir başka adamın inatçı araştırmaları sonucunda alakasız ipuçları sonucunda yıllar sonra kitap olan kitabı gördüklerimle örtüştürürken ve Yüzbaşı Antalya'da yaşamış iken, orada ölmüş ve orada heykeli dikilmiş iken, batık burada iken, koy burası iken ve ben buralı iken daha anca şimdi hepsini örtüştürebilmiş olmama ağlayamaz ve gülemezken anca içinden sevebilenleri düşündüm(6).

Orada denize de girdik, üzerimize yağmur yağarken. İlk kez yağmurda denize girdim sanırım(7). E çıkınca üşüdük haliyle. Gayfeler ile ısındık ve sonrasında tekrar şehir merkezine döndük. Döndük dediysem bu işler hemencecik olmuyor, bilen bilir. Yol biraz var. Akşam olduğu için ve hava da yağmurlu olduğu için bir acayip görüntüler gözümün önünde idi. Ben arabanın sağ arkasında -bence bu görüntüler açısından şanslı- bir konumda idim. Kemer yolundan dönüşte açıkta, Sıçan adasının gerilerinde, açıkta demirli kuru yük ve petrol tankerlerinin üzerlerine üzerlerine bolca şimşek çaktı. Bana bu da ilk kez yaptığım birşeymiş gibi geldi. Daha da kötüsü bir uçak vardı havada. Sanki Antalya havaalanına inme derdinde idi. Onun da etrafındaki bulutlarda inadına inadına yanlamasına şimşekler biz buradayız, aa bak şuradayız da, aha önünde de çaktık der gibiydiler. Hani biz de izliyoruz ya, sakınılan uçağa şimşek çarparmış, tırstık. Ama abim delikanlı uçak şöförüymüş, iki eskivle kurtardı, yoluna devam etti. Şehre dönmüşken Ahmet'in ablasıgile? de uğrayalım dedik, bayram tebrikleştik ve yine Çolaklı tarafında devam edip yolda çekirdek bulup bira eşliğinde geceyi 0130 ettik.

Bayıl, ayıl derken sabah olmuş, iyi mi. Yine harika bir kahvaltıdan sonra kurtları yeterince dökememişiz belli, Köprülü Kanyon'a gittik, Köprüçay'a yani. İsim veren köprüyü gezdik. Sonra döndük bi de rafting yaptık. İnanmazsınız, rehberimiz 12 yaşındaki Mihrican idi. Anladığım kadarıyla bu yaştaki kızlar hep dünya şekeri oluyor. Hem sözümüzü dinleyip bizi devirmedi, hem de yaramazlık edip kürekle ıslattı. O buz gibi suya girip yüzdük de uygun yerlerde. Değişik bir deneyimmiş, onu da tatmış oldum. E bu aktivite insanı ne yaptırır derseniz, acıktırıyormuş. Yine orada raftinge başladığımız yerdeki işletmede asma yaprağına sarılmış ve içinde defne yaprağı ve sarımsak olan alabalık yedim ki, bu tatta bir yiyeceği daha önce yemedim diyebilirim açık sözle. Tabii bir ayrıntı var, bu rafting denen şey kocaman bir botla yapılıyor bilmeyenler için. O botla nehirde yokuş aşağı iniyorsunuz. İşiniz bittiğinde tekrar yukarıya, başladığınız yere dönüyorsunuz. Bunu da botu ve kendinizi kocaman bir kamyonete yükleyerek yapıyorsunuz. Ben kamyonetin üzerindeki botun içinde yata yata çıktım yolu geri. O süreçte geçtiğimiz köylerdeki bok(kibarcası tezek) kokuları ve güneş ve ağaç yaprakları, eğlenceli bir bileşimdi. Buradaki işimizi de bitirdikten sonra baktık daha günü bitirmemize çok var, dedik ki haydi güneşi Manavgat ırmağının denizle buluştuğu yerde(boğaz diyorlarmış oraya) suyun içinde batıralım dedik, dediğimizi de yaptık ha. Bünyeyi suyun tuzlu tarafınaa bandırdıktan birkaç dakika sonra da turuncu tabak Beydağlarının ardına yıkıldı. Kurtluyuz ya, oradan çıktık Titreyen Göl'e gezmeye gittik. Acıktık, tekrar Side'ye gittik. Ama bu sefer taş toprak gezdik(Antik Side) ve sonrasında şu evvelki gün yemediğimiz yerde yemeğimizi yedik. Mezeleri de bi duble rakı ile ezmemek olmazdı, onu da ben becerdim. Bu kadar aktivitenin üstüne yapılacak en mantıklı şey gidip yatmak idi, onu da yaptık kazasız bir şekilde.

Sabah olduğunda aslında tatilin ve bayramın son günü idi. Kahvaltı ile uğraşmadık, doğrudan denize gittik. İki çift güneşlenen meme, bir tek de asi meme listesi yaptıktan sonra tekrar yazlığa döndük. Hazırlandık ve dönüş yoluna çıktık. Yolda keçi boynuzu, elma, yaş incir menüsü vardı. Konya'da ise bıçak arası. Akşam evlerimizdeydik.

Dipnotlar: Yeterince düşüncelerin yazıldığı, hislerin olduğu ve koordinatların olmadığı bir yazı olmuştur umarım sevigli okuyucu.

12 yorum:

Portia dedi ki...

soluksuz okudum, iki kere. hatta birkaç kere daha okuyasım var. dört güne sığdırdıklarınız bir yana gerçekten şimdiye kadar yazmadığın kadar özel, dolu dolu yazmışsın. yorum yazsam elime yüzüme bulaştırırım ben, en iyisi eline sağlık deyip susmak.

Adsız dedi ki...

eh tabii sonra laktik asid nası uzaklaşır derdine düşersin..
=P

atalet

.. dedi ki...

haha 8)
benzer yerlerde dolaşmışız evet.
yağmurda deniz nası güzeldi ama dimi 8)
bi de önünden geçer dururuz, tahtalıya doğru çıkmadık hiç, bi dahaki sefere artık.

hbasak dedi ki...

Dolu dolu bir bayramı anlatan, dolu dolu bir yazı hakkikaten. Okurken kaybolup gitmesinler diye faydalı bilgileri not tutmak gerekti; notların bazıları: Tahtalı Teleferiği, Gelidonya Feneri, Yüzbaşı M. Ertuğrul, Çağlar'ın yağmur olup yağabilme yeteneği, her dipnot işaretine kanmamak gerektiği...

Çağlar dedi ki...

* Portia:
Valla bence ben asıl yazıda elime yüzüme bulaştırdım ya, yine de fikir için teşekkürler.

* Atalet:
Alakası yookk, bi çuval yazı yazıyorum, sen bana laktik asit diyorsun ya, alacağın olsun :D

* Bacım:
Anacım yağmmur sıcak, su sıcak. Bi tek dışarısı soğuk olunca insanın üşümemek için kafasını suya sokması bir gereklilik oluyor ki, komik aslında bu :D
Aynı tatilde oramız buramız titreye titreye köprüçay suyuna girmemiz ve yüzmeye çalışmamız ise başka bir zıtlığı idi tatilin.

* Başak:
Dipnot? kanmak? anlamadım ki ben bunu. Ben kandırdım mı sizi, neden?

verocka dedi ki...

oynamıyorum ya ben

bu sizin yorum butonu bozuk.
o kdar şey etmiştim göstermemiş bile

hıh .

gerci tatil yazılarını sevmediğimi söylemişmiydim
murdar ve kediyi aklına bile getirme.

demek düşünmek yetmiyormuş tatlıyı

hım

neyse

Çağlar dedi ki...

* Veroçka:
Şaka mısın kız. Neyse denir mi hiç. Ben anlamam, gel bi daha yaz ne yazdı isen. Hem bu yazı tatil yazısı falan değil, kızarım bak.

verocka dedi ki...

ben şu oya emre ailesi ile tanışmak istiyorum.
bu tatil yazısı değilse burda gecenyerler öle orta nadolu yerlerimi.

balık çorbası kötü bir tercih ayrıca.
googleye sorgulatmadım bilmeme hakkımı kullanıyorum

allam yorum sırası karıştı

yüzbaşı hikayeleri ile tatil yazısıın saklayamazsın bi kere

metin, abi bunlar buna tatil demiyor demek ki

gel atalım kendimizi.

Çağlar dedi ki...

* Veroçka:
Akşam belki görüşeceğim onlarla, sorarım, onlar da isterlerse aracı olurum, merak etme. Ayrıca metin de benim abim dikkat edersen, sanırım senden değil, benden yana olacaktır.
Ha bi de aslında doğrusun, tartışmayalım, biz yazdık koyduk. Bundan sonrası size ait, siz nasıl okursanız odur yazı.

Şarküteri dedi ki...

Yüzbaşının hikayesi sadece askeri ve taktiksel bir hikaye değil sanırım. Hernedense bir sevda hikayesi barındırdığını düşünmeye başladım. Seni böyle alıp götürdüğüne göre vardır bir hikmeti...

"Sanki elindeki tek yara bandını, yarasına kapatmaya çalışırken, daha paketini açmadan kendi kanınla kirletirsin..."

Naaptın ya patron!? Böyle cümlelerden bir iki satır önce bir uyarı işareti koy da hazırlıksız yakalanıp "lönk" diye yuvarlanmayalım...

imbir dedi ki...

evet yaa valla balyoz gibi indi yüreciime :) köprülü kanyona gitmiştim çok güzeldi.bi daakine teleferik macerası falan olabilir o zaman :) yüzbaşının hikayesini ilk defa duydum ben yaaa ne cahilim merak ettim arayım öğreniyim bi. güpgüzel bi tatil olmuş ne güzel.

Çağlar dedi ki...

* Yec:
Ya ben size anlatmadım mı Muhsin Ertuğrul'u. Şaşkınım. Önemlidir benim için. Onun da sırası gelecektir sanırım.
Uyarı bahsi ile ilgili olarak da, olmaz biliyorsun. Öyle yaparsan "vurucu"luğu kalmaz ki, di mi.

* İmbir:
Aha yüreciğinize bilerek birşey yapmadım ben efendim, yine de birşeyler oldu ise özür belirtiriz :)